ANASAYFA YAŞAMÖYKÜSÜ FOTOĞRAFLAR KİTAPLAR İLETİŞİM
  ENGLISH ΕΛΛΗΝΙΚΑ

KİTAPLAR


"Mehmet Yaşın'ın yeni şiir kitabı Turuncu Kuş'ta, hem şiirini hem de şairin kişisel kimliğini varoluşsal bir derinlikte sorunsallaştıran bir bütünlük var. Yaşamı ile şiirini örtüştüren, birbirini karşılıklı belirleyen bir ilişki kuruyor başından beri... Olması gereken trajik duygu şairine er geç gelip yerleşecekti ve yeni şiirleriyle birlikte belirgin kalıcılık, bir renk, biçim, ton kazandı bu duygu. Burada artık İthaka'nın da olmayacağı bir duygu var. Hatta olmasını beklemeyen, olmasını istemeyen, böyle bir beklentiyi iptal etmiş bir özne var. Bu öznenin hem yazgısı hem sancısı hem de iradesi var. Aslında bu Türkçe şiirde de pek belirmeyen yeni bir durum... Şiir, felsefe gibi bir sıla arzusu olarak yaşanmıştı bugüne kadar. Bu sıla Mehmet Yaşın için belirmiyor artık. Ya da belirli bir coğrafyası, bir adresi, ev numarası yok."

- Mahmut Temizyürek
***
BALIKÇI

Dağdan yuvarlanmış
süngere benzeyen kayayı
yumuşacık hayal ediyor balık. 
Kıyıya çarpan
boşalmış denizkabuklar'nın
taşlaşmasına aldırmadan
dalgalara bırakıyor çocuk,
yeniden yaşayabilirmiş gibi
bu-hayat tarafından öldürülmüş şeyler.
Teknenin kaburgasına sinen tuz
deniz kayalıklarının göğsünde
kekiğin mor kokusu...
Ve onca güzelliğin içinde
bir tek sevgilide cisimleşiyor Güzellik,
şiir sanatına elverişli
bir söylenceye dönüşüp.
Kendi güzelliğ'ni bilmiyor
şiire başlık olan balıkçı.
Oysa bilinmek ister güzellik de
çıkabilsin diye su yüzüne,
ruh taşıyabilsin diye bedeni
ve beden ruhu.


ÜÇÜNCÜ KİŞİ

i
Ve sonra başka bir hayata başlar kimseye haber vermeden ruhlar.
Gün gelir çıplaklığına döner insan, gövdesiyle bir olur
kıraç yamacı güzelleştiren harup ağacının.
Dalları arasından ışık ışık ışık açılır semalar. Tüm yolların kapanınca
elinde yedi kandil ve yetmiş bin kanatla uçarcasına gelir,
Yaradılış anındaki gibi ağzındaki misk kokusuyla

Üçüncü Kişi sana nefes verir. 
Kimsenin göremediğini görür ve havlamaya başlar bir köpek.
Burak'ın kalbindeki elması önce kuşlar görür,
böcekler, otlar, doğanın parçası olarak kalabilmiş canlılar... Ve ruhlar
samanyolunu duvak yaparak sevişmeye inerler suda.
İklim nasıl değişirse kanyonların yırttığı kayalıklarda,
nasıl birden defnegülleri yükselirse
yeraltının sır loşluğundan, sen yukarıdan bakarken
ufak tefek kırçiçeği sandığın çingene pembesi nasıl büyürse... Büyür
ve su içer ruhun kökleri görünmez kaynaklardan.

Gizlice içerler ama ve görünmezler insana. 

ii
Aşısız dallarını salar bir aşı zeytin. Yaşamanın özü
yüzeye çıkar bastırılsa da
baskın çıkar doğanın gücü... Ve Üçüncü Kişi ortaya çıkar,
ne kimlik kartı bulunur, ne sürüş ehliyeti. Ruhtur.
Şiir gibi bir şey vardır içinde
ama sana göründüğü gibi görünmez başka birisine. 

(Sevişir seninle, sevgilisi değilsin.
Kollar seni yalnız bırakıldığın dünyada, kardeşi değilsin.
Almayı beklemeden verendir, çocuğu değilsin.
En hasıdır dostların, arkadaşı değilsin.)

Bir ad koyamazsın ona. Kurcalamaya gelmez
insan ruhu sessizlik ister... Ve yakın olmayı hayatın sırlarına.  

iii
Üçüncü Kişi olmasa, olamazdık sen, ben.
Ne zeytin ne harup, paçalı benek keçilerin sevdiği... Ne de kuşlar
insanda bir dal bulabilirdi konacak.
Kalbinde saklamak şartıyla bazı şeyler bildirilir sana -bu şiir mesela-.
Biçerdöverler, derin-deliciler kazarlar da kazarlar ruhu
yoktur evcilleştirilmenin sonu,
kayayı dinamitle parçalayıp arsa açarlar ve ustaca sıvarlar çatlayan yerini
duvarların. Sonra akıntı başlar
kumruların yuva kurduğu çatıdan içeri sızar onu çağırıp
dilek tuttuğun Kutup Yıldızı. 

iv
Keçiyollarının da kapandığı bir uçuruma yürür çitlembikler
ve kekiklere gizlenmiş salyangoz iz sürer.
Gerçekleşmesi kaçınılmaz olandır Üçüncüsü -gerçekdışı gibi
kendince bırakılmış doğadır çünkü-.
Ruhun son sığınağı derler,
değil, sağanak halinde yıldızların yağdığı yalnızlığındır senin
o sınırsızcasına kendin olabildiğin.

Kalbin öylesine tanır ki onu soru sorman gerekmez. Hakkında
bilip bileceğin şey, Üçüncü Kişi olduğudur sana.
Eski zeytin ağacı, salyangozun izi ve uçurum kadar kesindir.
Kaderini değiştiren kişi derler,
değil, ta kendisidir kaderin. Onu tanıyabilirsen
tanırsın kendini de. -Ve az daha yürürsen
                        deniz görünür yukarıdan.-

Can-özüne boyun eğmekle özgürleşebilir insan,
balıklar denizin sonsuzluğu ile...
Ve uçmaya doğan kuşların yazgısı kanatları olabilir yalnızca.
Alnında iyi ve kötü iki yazı bulunur.
Gündüze çıkmak için gece bulunur. Üçüncüsü ne iyisi olur
                                                    ne kötüsü,
Kader-meleği gibi sana gönderilmiş bulunur.

Ve kaderine direnen mahkûm olur yabancının hayatını yaşamaya.


GÜN DOĞARKEN

Işık daha loş düşüyor dağın şu yanına. Süzülüyor mor
bulutlardan. Aşağıdaki taş ev
doğduğum yer. Geniş kemerlerle birbirisine açılan
iki iç oda... Zeytinlik,
yanındakine dokunamasın diye uzakça dikilmiş ağaçlar, ne tuhaf
yamaçta bitiveriyor birden.
Büyüyen bir his var şu ıssızlıkta çocukluğumu hatırlatan
bir koşma isteği... Uzun uzun
duruyorum oysa, dağın loşluğunda koşuyormuş gibi
kalbim. Galiba derim çocukluğumdur
koşan. Beş hafta var geleli ilk konuşurum kendimi birisiyle.
Sınırüstü bir köy. Harabeleri de asker bekler
ve konuşmaz... Fotoğraflar
çektiğimi görmesinler derim turist gibi doğduğum köyde ne tuhaf.
Hiçbir şey yapmam burada. Günbatımı oldu mu
tutuşur tarlalar ve söner kendiliğine.
Ta ötede bir derecik yılan yılan kıvrılır sazlığa... Dağdan akan
turuncu ışık-kuşlarına dönüşür günler öğle güneşi altında.
Toprak beyaz ama, sağlam yani
üzüm bağı için... Öğrendim burada horozlardan önce uyanmasını da.
Bu akşam kal, fotoğraf-makinesiyle yürüyelim sabaha.

    (Ama o kadar kısa sürdü ki gündoğumu çekemedik fotoğrafını.)


İN

Don tutacak, kaçıyor: "Varacağım... nerdeyse..."
Çığ altındaydı sığınağı, bilmiyor.

_____________________

Don tutacak, kaçıyor.
Daha bir geçit açamadan çividen pençeleri kürkünü yırttı, adımlarını yavaşlattı kararsız karın yavşaklığı.
Kar-gözlüğü taksa da gözünü yaşartıyor ayışığı, dağların efendisiydi hani, ah beyaz körleşme...
Üçgenler çize çize önüne düştü üçe bölünen gölgesi.
Siste silinmiş hayaletten başka neydi ki fosforlu çarşafıyla dünya.
"Yalnızım" diye mırıldandı, "sığınacak bir yerim var".
Sertleştikçe kayganlaşan don altında toprak yok, buzul köprüler...
Birden üç uçlu çekiç uçtu elinden.
Tabanından çıkan tırnaklı çivilerle tutundu, gövdesini çakarak buz tepelerine.
Rota değiştirmek için geç. Kar koyulaşarak iniyor.
Ve zaman silindikçe siliniyor uzam da.
"Varacağım... nerdeyse..."
Derken inleyişleri kesildi, ip koptu inceldiği yerden.
Postundan içeri dalmıştı bir kez kırağı keskiler, ciğerini biçerek, sökerek kulak-kepçesini.
Fırtınanın uluyuşu, sulu sepken, donan kan...
"Olsun, iyileşirim ben, bir ulaşayım da inime."
Çığ altındaydı sığınağı, kurt bilmiyor.


YÜZÜNDEKİ IŞIK

Her sabah araba sürdüğün o yol değil bu,
nergis demeti uzatıyor her dönemeçte çocuklar
ve güneşten ellerini sallıyor
arabana binmek istercesine altıntoplar.
Dikizaynasından seni seyreden
bir başkası gibi bakıyorsun kendi yüzüne.
Ve çalışma-odana vardığında
sekreter farketmiyor senin geldiğini.
Nasılsa pencereden girivermiş beyaz bir güvercin
süzülüyor yüzündeki ışıkla
ilkyaz göğü altında bir aynaymışçasına.


ANASAYFA YAŞAMÖYKÜSÜ FOTOĞRAFLAR KİTAPLAR İLETİŞİM