ANASAYFA YAŞAMÖYKÜSÜ FOTOĞRAFLAR KİTAPLAR İLETİŞİM
  ENGLISH ΕΛΛΗΝΙΚΑ

KİTAPLAR

"Küresel dönemdeki ortak hikâyemizi anlatan Mehmet Yaşın'ın denemeleri düşünsel açıdan zengin ve belagati kuvvetli... İncelemelerle iç içe sunulan şiirler konuya uygun düşmekle kalmayıp, asıl noktaya parmak basıyor."

- Francis Mulhern

"Ara-yerde veya çoğul-yerde bulunmak, Mehmet Yaşın'ın şiirlerinde öne çıkan bir temaydı... başka bazı şairlere de böyle bir deneyimin ışığında bir kez daha bakıyor."

- Orhan Koçak

"Toplu Yazılar, paradigmalar çerçevesinde sürekli değişen algılamaları, kabulleri bozan bir yapıt. Yerinde tespitlerle, sümenaltı bilgileri gün yüzüne çıkararak insana farklı bir boyut katıyor Mehmet Yaşın.  Dünya yurttaşlığının kapılarını aralayacak özgün fikirler öne sürüyor. Çeviri edebiyatlara getirdiği sıra dışı yorum, yazarın konusuna ne kadar hâkim olduğunu gösteriyor... Çokdilliliği, çokkültürlülüğü, kendi hatıra ambarından çıkararak sunuyor. Sıkıcı edebiyat metinlerinden uzak, sürekli okuru içine çeken bir bütün oluşturmayı başarmış Yaşın... Edebiyat, felsefe geleneği olmayan toplumlarda, o toplumun örtük sorgulamalarını, eleştirilerini yansıtır. Evrensel düzeyde kabul gören yazarlara, şairlere baktığımızda, evrensel olmalarını sağlayan ana unsurun, derinlerde yatan bu sorgulamaları olduğunu görüyoruz."

- Ceng Milan
***
    İÇİNDEKİLER

    Toplu Yazılar Hakkında

    I
    KOZMOPOETİKA

    i. Türkçe-Elence Şiir
    Şiirde 'Kimlik' Dönüşümleri: Kavafis ve Seferis Örneği
    Günümüz Türkçe Şiiri üstüne Düşünceler
    Şiir: 'Büyük Olsun'
    Pembe Marmara'nın Konağı

    ii. Üveyanadil
    'Üveyanadil' Nedir?
    Üveyanadilim
    Üveyanadil'in Önkonuşması
    İlk Modern Türkçe Edebiyat: Karamanlıca Edebiyat
    Benim Hikâyem
    İngilizce Kıbrıslı Şiiri

    iii. Çeviri Edebiyat - Akdenizli Edebiyat
    Çeviri Kültürümüz
    Tehlikeli Çeviriler
    Şaire de, Mürekkepbalığına da Ait Olmayan Bir Yazılmamış-Yazgı
    Akdeniz Adaları: Dünya Edebiyatının Çevirmenleri
    iv. Kıbrıslıtürk Şiiri ve 'Yazınsal Kimliği'
    Kıbrıslıtürk Edebiyatında Kimlik Sorununun Tarihsel-Toplumsal Nedenleri
    Kıbrıslıtürk Şiirinde Şovenizm: 'Şiirimiz Emperyalizmin Bir Silahıydı'
    Kıbrıslıların Ortak Kimliği ve Şiiri İçin Arayışlar
    Üç Kuşak, Üç Kimlik, Üç Vatan Arasında 20. Yüzyıl Kıbrıslıtürk Şiiri
    Taner Baybars'ın Kitaplarına Sunuş Yerine
    Her Şiirin Bir Yaşamı Var

    II

    POETURKA
    i. Türkçe Şiirin 'Expatriate'ları
    ii. '90'ların Şiirinde 'In & Out'
    iii. Marjinalci Muhalefetin Merkezi İktidarı
    iv. Gayrı (Misak-ı) Milli Şiirimiz
    v. Gelenek mi? Kimin Geleneği?
    vi. 'Avrupalı Müslüman Şairler'
    vii. Modern Türk(çe) Şiiri Biterken Başlayanlar

    Ekler
    i. Bugünün Şiir Gündemleri Üstüne Son 10 Söz
    ii. Poeturka Tartışması Üstüne Notlar'96

    EK BÖLÜM
    Ödül Töreni Konuşmaları
    Kaynakça
    Dizin

***

'ÜVEYANADİL' NEDİR?

Yaptığım 'üveyanadil' önermesi, insan toplumlarının yaşamında doğal ve kaçınılmazmış gibi ifade edilen 'anadil'in toplumsal, siyasal, kültürel, ideolojik yapılanmalara bağlı olarak yaratıldığını, kurgulandığını, tahayyül edildiğini, bu nedenle de bütün dillerin bir 'üveylik' taşıdığını ifade eder. 'Anadiller' tarihsel ve görelidir. Üveyanadil kavramı ise bu tarihselliği ve göreliliği kapsayıcı genel bir yaklaşım sunmaya çalışır.

Aynı 'anadili' konuştuğu varsayılan toplumların farklı kültürel, ideolojik formasyonu ve çoğu kez devlet (ya da bir başka cemaat otoritesi) gibi siyasal örgütlenmelerle bağlantılı olan kendi dilleri, aslında birbirisine karşı 'lehçe' konumundadır. Kendisini merkezi ilan ederek resmileşen 'asli anadil,' getirdiği sözlük, imla kılavuzu ve daha önemlisi dil ideolojisi etrafında homojen bir birlik önerir. Bunu yaparken, diğer lehçeleri 'bozuk, yanlış, edebiyat-dışı' vb. biçimde niteler. Ulus-devletlerin kuruluşuna koşut biçimde resmileşip doğallaştırılan merkezi dillerin, asli anadil olmak iddiasına rağmen, bazen bir diğer lehçe karşısında ikincilliği devam eder. Hatta 'yabancıdil' sayılır... (Edebiyatın devletle doğrudan ilişkili olmasa bile yarattığı kanon, en önemli resmileştirme ve doğallaştırma aracı olup, 'anadil' kavramı gibi 'üveyanadil'in de yazılı dildeki temel göstergelerini içerir.)

Önerdiğim şekliyle üveyanadil, merkezi dil(ler) karşısında lehçelerin kendilerini ya da merkezi dil(ler)in lehçeleri tanımlamasını aşkın bir kavramdır. Aynı dil ailesinden olsun olmasın, bütün dil ve lehçeler (hatta bugün ölü sayılan ya da çok küçük azınlıklar tarafından konuşulan ya da yazılı edebiyatı bulunmayan diller, vb.) birbirlerine karşı üveyanadildir. İçlerinde başka dil etkilerini taşımakla, hem 'anadile,' hem de etkisini taşıdıkları dil(ler)e karşı bir 'üveylik' ilişkisini barındırırlar. Dil grupları hakkındaki mevcut genellemeci tasnifler o nedenle yetersizdir. "Anadilim İngilizcedir," diyen birinin, yüzlerce ülkenin, bölgenin, cemaatin, vb. İngilizceyi kendince kullandığı bir dünyada, aslında o kişinin nasıl bir dil konuştuğu konusunda bize gerçek bir bilgi aktardığı söylenemez. Benzer durum Türkçe ve diğer yaygın diller için de geçerlidir.

İki veya daha çok dilin 'temas-halindeki-dil' ilişkisi içinde bulunması, bu dillerin yarattığı üveylik durumunun bilincine varılmasına yardımcı olur. Kimi kez birbirinden apayrı dil ailelerinden, kimi kez de aynı dilin lehçelerinden kaynaklanan 'temas-halindeki-dil' olmanın bu yatay boyutuna, farklı zamanlarda konuşulan dillerin ya da aynı dilin eski versiyonlarının birbirine tarihsel anlamda eklemlenmesiyle ortaya çıkan 'temas-halindeki-dil' olmanın dikey boyutu da katılır.

Kozmopolit toplumların (eleştiri kuramındaki kullanımıyla 'çokkültürlü' değil, tüm katmanları iç içe geçmiş, melezleşmiş 'çoğul kültür'lü toplumların), yazılı tarihin başından beri, farklı dil ve alfabeleri kaynaştırıp kullandığı görülür. Burada, sözlük, dilbilgisi, yazım kuralları dışında, sentaksın, etimolojik referansların da iç içe melez kullanımı sözkonusudur. Bu şekildeki bir melez dil, varsayılan 'anadillerin' hiçbirine ait olmadığı, ama hepsi birbirine karşı 'üveyanadil' sayılan dillerden bir başka kozmopolit dil yarattığı için ulusçuluk vb. kolektif cemaat ideolojileri tarafından 'anadil' sayılmaz. Böylece, anadil konusunda yapılmış modernist tariflerin, dil-dışı siyasal projeleri yansıttığı görülür. 'Anadil' kavramı, tahayyül edilmiş bir kolektif aidiyet yaratmayı ve ötekileri dışlamayı ister istemez kendi içinde barındırır.

Üveyanadil kavramı üzerinde çalışabilmek için, öncelikle çok-dillilik ötesindeki bir kültürel heterojenliğe, çoğul düşünme ve ifade biçimlerine kabul-gösterilmesi gerekir. Yazılı edebiyatta da ilkçağdan beri rastlanan kozmopolit dilli yapıtlar, değişik 'anadil'lerin yansıttığı kültür ve ideolojileri birbiri içine geçirip, köktenci biçimde değişime uğratırlar. Böylece varolan egemen dil dizgelerinin imlediği homojen, kolektif ve muhafazakâr düzeni bozup onların dışına çıkarlar. Aynı anda farklı dillerin (kimi kez alfabelerin de) iç içe kullanılması demek, aynı anda faklı biçimlerde düşünme, algılama ve hissetmeye de olanak sağlanması demektir. Dildeki bu tür kozmopolit etki sözcükler düzeyinden çok sentaksta, ifade biçimlerinde, merkezi dil ideolojisinden sapma gösteren yapılanmasında aranmalıdır.

Değişik dillerin dayandığı kültürel referansların biraradalığı, bakışaçısına genişlik, görelilik, derinlik katar. Dolayısıyla ulusçuluk çağında dillerin 'saf etnik kökenle' özdeşleştirilmesi, kozmostan kendisini yalıtan, çoğu kez dargörüşlü, otoriter, yabancı-düşmanı, benmerkezci bir ideolojiyi kışkırtır. Üveyanadil(ler)in varlığına karşı farkındalık taşımamız o nedenle önemlidir. Bu, toplumsal ve tarihsel bir karşılığı bulunmayan uydurma karışlık diller yaratılması için bir önerme taşımaz. Böyle bir girişimin kendisi de siyasi projeler adına dile yapılmış bir müdahale olur. O nedenle, benim kullandığım şekliyle üveyanadil, hiçbir öznel önerme taşıyamaz: Dilbilim, kültürel incelemeler, toplumbilim bağlamlarında nesnel analizler için kavramsal bir araç sunar. Zaten konuşulan 'anadillerde' mevcut kozmopolit katmanların görünmesi ve onların yekpare, saf, öz, vb. ideolojik dil projeleri dışında incelenmesi gereğine işaret eder.

Ama üveyanadil, bütün bunlarla sınırlı bir kavram değildir. Felsefi anlamda olaya yaklaşırsak, verili ve sınırlı bir dil içine doğan bireyler için dilin daha baştan ve hep bir üveylik ilişkisi taşıdığını farkederiz. Özellikle her türlü iktidar, yasa ve kurumsallaşmadaki rolüyle yazılı dilin üveylik boyutları daha kapsamlı çözümlemeleri gerektirir. Çünkü toplumsal paradigmalarla ilişkili yabancılaşmayı keskinleştirir. Üveyanadil, kendinden bir kavram olarak insanın verili dil(ler)i ile yabancılaşma arasındaki bağlantıya parmak basar. Dolayısıyla üveyandil kavramı, dünyada konuşup yazabilen tek yaratık olan insanoğlunun dil ile ilişkisinin orijinine dönecek bir felsefi yaklaşıma, eleştirel düşünce dizgesine ihtiyaç duyar.

İnsan dil yoluyla diğer varlıkları adlandırdığı an onlara yabancılaşır. Böylece dilimiz varlıkla aramızı açar, bizi onlara, onları ise bize 'üveyleştirir'. Giderek, tüm varoluş karşısında üveylik hali insanın varoluş biçimine egemen olur. "Ağaç" onu dile getirdiğimiz ses ve harflerden daha fazla bir şeydir. "Ağaç" sözcüğü, "insan"dan farklı bir sözcük olarak, onu, "biz"den dışsallaştırır. Aynı zamanda indirger de. Ağacın "yeşil" olduğunu söyledikten sonra, yapraklarının lifleri içindeki diğer renkleri, tonları, benekleri, kıvrımları göremez oluruz. Mevsimden mevsime, saatten saate ışık değişse de, ağacın rengi, bizim gözümüze, dilimizdeki gibi aynı görünür ve değişmeden (yeşil) kalır. Varlığın, aslından (özünden) bu şekilde bir kopuş ana'dan kopuşa benzer. O nedenle "dilin" önüne eklenen "ana" takısı, hemen hemen bütün dillerde aynı biçim ve anlamda kullanılan "anadil"i ciddi bir şakaya dönüştürür. Sanki 'üvey'liğini çok derinden hissettiğimiz için kasten gizlemeye çalıştığımız bir şeyi ima eder anadil.

Çoğunuzun bildiği gibi Elencede 'kendi' ile 'aynı' (ya da 'özdeş') tek bir sözcük tarafından karşılanır: "İdio/?dioV" Elence telefon konuşmalarında hergün defalarca tekrarladığımız "Ben kendimle aynıyım" (İdio eime/?dio eime...) ifadesi (ki "ben olan kimse ile özdeşim, kendimden farklı özellikte biri değilim" vurgusunu içerir), bir anlamda, insanın 'kendi' ile 'özünü' bir ve aynı, bu arada 'öteki'lerden de 'farklı' kılma çabasını yansıtır. "İdio," İngilizceye ve oradan dünya dillerine "idiom" olarak geçen sözcüğün kökenidir. Bu da, "idiomatik dille, belli bölgelere ya da kesimlere özel konuşma biçimiyle, kendisine ait özelliği olan üslup ve deyişlerle" insanın 'kendi'si, 'aynı'sı arasında kurulan 'özdeşleşmeyi' gösterir. "İdio"nun Elencedeki karşıtının İngilizceye "different" biçiminde geçen "diaforo/di?joroV," yani 'farklı, değişik' sözcüğü olması, 'kendimizle özdeş' olduğumuzu söylerken dilimizin altındaki akılyürütme basamaklarını ortaya çıkarır.

Aslında insan, 'kendi' ile 'özü'nün aynı ve özdeş olmadığını, felsefedeki kullanımıyla 'özü' diye bir şeyin de bulunmadığını ve 'kendi'yle (daha doğrusu çoğul bir ifadeyle 'kendileri'yle) dahi yabancılaşmış bir ilişki kurduğunu, bunu da en fazla dil aracılığıyla yaptığını bir biçimde hisseder. Bu hissettiği şeyin adı, insanın 'kendi' ile olan üveylik ilişkisidir. İnsanın, hem varlık, hem de kendisi karşısındaki bu üveylik halini yaratan toplumsal, siyasal, kültürel, vb. paradigmalar olsa da, bunu düşünsel ve duygusal anlamda kurumsallaştırıp içselleştiren "ana" adı verilen dilidir. 'Anadil'in karşıtı, dünyada başat dil konumundaki İngilizcede de Türkçedeki gibi "yabancıdil"dir (foreign-language). Böylece, 'ana'dilimizi konuşmayan birisi 'yabancı'mız olur. "Yabancı" sözcüğünün çağrıştırdığı dışsallaştırıcı, 'ötekileştirici', uzak, yabanıl, ürkütücü, olumsuz, hatta düşmanca anlamlar ya da üstü örtük düşünsel ve duygusal imalar içimize akıtılır.

'Ana' sözcüğü, bariz biçimde 'öz' sözcüğünü imler. (Türkçede saf anadilin karşılığı "öztürkçe" sözcüğüdür.) Özsel anlamda, esastan birbiriyle ayrıldığı ve birleşemediği varsayılan mutlak, durağan, temelden (öz itibarıyla) karşıt anadillere inanmamız istenir. Tarihsellik-dışı olmakla kalmayıp, toplumsallık-dışı da olan bu idealist özcülüğe göre, ulus vb. cemaatleri birbirinden bıçakla kesen kimlikler esastır. Bu anlayışın eleştirisi ise, öncelikle dilbilim tarihiyle bağlantılı felsefenin içinde mevcuttur. Dil yoluyla iletişim, insanoğlunu, varlığın özünü daha yoğun hissedip algılayabileceği başka iletişim olanaklarından alıkoyar. Diğer duyular körelir, değişik algılama ve karşılık verme yolları unutulur. Hele 'anadillerin' temel direği sayılan yazılı dil, yabancılaşma, dışsallaştırma, indirgeme, yasa yaratma açısından üveylik ilişkisine mührünü vurur...

Önceleri kendi şiirim çerçevesinde bir sözcük olarak aklımın bir köşesinde duran 'üveyanadil'i, ilk kez bir kavram olarak, 1997'de, Middlesex Üniversitesi'nde açılış konuşmasını yaptığım, "Ulusçuluktan Çokkültürlülüğe: Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye Edebiyatları Konferansı"nda kullandım. Aynı konferans konuşmalarından hareketle 2000'de yayımladığım (yine Middlesex University Press'te) kitabımın adında (Step-Mothertongue) ve sunuş yazısında yer aldı. Ardından, İngiltere'nin yanı sıra İtalya'da referans yapılan bu kavram 'matrignalingua' olarak da kullanıldı. Şu anda, bazı Avrupa ve Ortadoğu üniversitelerinde hem 'üveyanadil' kavramı, hem Step-Mothertangue (Üveyanadil) kitabı dolaşımdadır...

Bununla beraber, üveyanadil kavramının henüz yeterince açımlanmamış olduğunu belirtmeliyim. Dahası, postkolonyal kavramındaki 'kolonyal' ya da uluslararası terimindeki 'uluslar' vurgusu gibi, üveyanadil de 'anadil' vurgulamasını taşıyor ki bu da anadile göre konumlamış olmanın sorunsallığını beraberinde getiriyor. Aynı zamanda hem 'üvey', hem 'ana' sözcüklerini bir araya getirmekle onun paradoksal birliğine vurgu yapıyor. Öte yandan, çıkış noktam nedeniyle, üveyanadilin, Kıbrıslıtürkçesinin Türkiye Türkçesi, Kıbrıslırumcasının ise Yunanistan Elencesi ile ilişkisi ya da İngilizcenin Kıbrıs gibi eski sömürgelerdeki rolü dolayımında okunması da eksik olacaktır. Her ne kadar, daha sonra, Karamanlıca (Elen alfabesiyle ilk modern Türkçe), Türkiye sınırları dışında Osmanlıcanın evirilmesi, diasporalardaki modern Elence şiirler ve Almanya gibi ülkelerdeki Türklerin diller-arası konum değişimlerinden hareketle çalışmalar yapmışsam da, konu, Türkçe ile Elencenin dil dizgelerine özgü ya da onlarla sınırlı sanılmamalıdır. Kendi deneyimlerimi ve dil-kültür coğrafyamı kavramsallaştırılması gereken genel bir olguya dikkat çekmek için kullandım.

'Üveyanadil' bir şairin, şiirleriyle ilişkisi dolayımında söylediği bir söz ötesinde düşünülmelidir. Ne merkezi ve çevresel lehçe ilişkilerine indirgenmeli, ne de vurguladığı noktalar genellemecilikle silikleştirilmelidir. 'Üveyanadil' etrafında kavramsal bir tartışma için, dilbilim,  karşılaştırmalı edebiyat, eleştiri kuramları, felsefe, iletişim, çeviri ve kültürel incelemeler konusunda çalışan kimselerin ilgisine ihtiyaç vardır. Benim önerdiğim şekliyle bu kavram, bir ön çerçeve niteliğinde olup, daha kapsamlı başka inceleme ve eleştirilerle, disiplinlerarası boyut kazanmayı,  derinleşmeyi beklemektedir. 

             "Üveyanadil Kavramı," Spike Events, İletişim Fakültesi,
             Doğu Akdeniz Üniversitesi, 3 Kasım 2004, Mağusa.
    

AKDENİZ ADALARI:

DÜNYA EDEBİYATININ ÇEVİRMENLERİ

Ara-Yerdelik Yeni Bir Şey Değil

Akdeniz adalarından çıkan şair ve yazarlar, ülkeden ülkeye yolculuk yapmak için doğarlar. Bu, bir kültürden diğer kültüre yolculuktur. Bir dilden diğer dile ya da lehçeye, bir alfabeden diğer alfabeye... Akdeniz adalarının en büyüğü bile bir şaire ve yazara dar gelince yolculuk kaçınılmaz olur. Genellikle yakınma konusu olan küçük bir ada ülkesinde doğmuş olmak, ister istemez büyük bir yolculuğu hazırladığı için zamanla bir şükrana dönüşür.

Ve öteden beri, Akdeniz adaları, üç kıtadaki farklı edebiyat ve kültürleri birinden diğerine çeviriyor, anakaraların diline taşıyor...

Sapfo, Lesbosluydu (Midilli). Elencesi, Ege'nin Doğu yakasına ait Eolia lehçesiydi. Şiirlerinin kültürel çerçevesini oluşturan Afrodit kültü, Kitera ve Kıbrıs güzergâhını izleyip Önasya'dan gelmişti. 2600 yıl önceki Sapfo okurlarına bakacak olursak, Avrupa'dan (Yunanistan, Makedonya) çok, Asya (Türkiye) ve Afrika'da (Mısır) yaşadıklarını görürüz. Metron-ölçüsüne ve izleğine göre onun şiirlerini tasnif edenler İskenderiyeli edebiyatçılardı. Elyazması şiirleri de İngiliz bilimadamları Grenfell ve Hunt tarafından ilk kez Mısır'da, papirüsler üstünde bulunmuştu. İlkçağ edebiyatının felsefesinde önemli rol oynayan Zenon ise Kıbrıs'tandı. Ama Kıbrıs'ta, kökeninden dolayı 'Fenikeli Zenon' diye tanınırdı. O çağlarda, tıpkı bugünkü gibi, Kıbrıslılar, çok-toplumlu bir halktı. Elen, Fenikeli, İbrani, Siyahî ve Önasya'yla bağlantılı daha eski toplumlar vardı. Zenon'un, şiir ve edebiyatı derinden etkileyen Stoacı kozmopolitizmi bu melezlik üzerinde gelişmişti. Kuşkusuz, Mayorka'dan Sardunya'ya kadar Batı-Akdeniz'deki adalarda da benzer örnekler var.

Ama ilkçağda, ne bu melezliğin 'hybridity' diye bir adı, ne de bu kültürlerarasılığın 'ara-yerdelik' diye bir tanımlaması vardı. Bu kavramlar, modern ulus-devletlerin öngördüğü homojen, tek-merkezli dil ve edebiyat anlayışıyla bağlantılıdır. Ulusçuluğun standartlaştırma politikasına uyamayan dil ve edebiyatlar bir anomali sayıldığı için, uzunca süre sanki hiç yokmuş gibi bir muamele gördüler. Son yıllardaki postkolonyal, postmodern ve diğer küresel söylemlerse, onların varlığını, 'ikincil' olarak ele alıp, ayrı adlandırmalarla anmaya başladı. Şimdi burada Akdeniz adalarının ara-yerdeki edebiyatlarını tartışmamızın nedeni biraz da bu olsa gerek.

Ayrıca, bütün Akdeniz adalarının Avrupa Birliği'ne dâhil olduğu (Malta ile Kıbrıs'ın da çok yakında dâhil olacağı) düşünülürse, burada, Akdeniz'in Asyalı ve Afrikalı kaynaklarına ne kadar vurgu yaparsak yapalım, sonuçta Avrupalı Edebiyat kanonuyla sınırlıyız. Eskiden beri süregelen ara-yerdeliğimizi, şimdi Avrupalılık içinde yeni bir kültürel ve yazınsal söyleme göre konumlamaya çalışıyor gibiyiz.

'Akdenizli Edebiyatlar'a Şerh

Konuyu Akdeniz adalarının durumu ile sınırlayacak olsam da, 'Akdenizli Edebiyatlar' kavramına, yani Akdeniz'deki edebiyatların bir yazınsal söyleme dönüştürülmesine karşı duyduğum kuşkuyu belirtmeliyim. Edebiyatın, hele şiirin kişiselliği bir yana, üç kıtayı, üç dini ve sayısız yazınsal geleneği birleştiren şu 10 bin yıllık kültür denizindeki çeşitliliğin tek bir tanımlama içinde, belli tasniflerle ele alınabileceği su götürür.

Belki önce sorulması gereken, 'Akdenizli Edebiyatlar'ın kimin tahayyülü olduğudur. Bu coğrafyanın yazarları edebiyatlarını bir 'Dünya Edebiyatı' olarak tahayyül ediyor ve bir alt-kategori olan 'Akdenizli Edebiyatlar'la sınırlanmak istemiyorlar. Bu tür bir adlandırma, dışarıdan bakışın izini taşıyor.

Akdenizli olmak, bir yaşantı deneyimidir. İnsanın fark bile etmediği bir birikim, bir duyarlılık ya da bir kokuyla hissettiği bir şey... Eğer Akdenizlilik, siyasal ideolojilere koşut bir edebiyat söylemine dönüştürülürse, Akdeniz'le bağlantılı kişisel duyarlıklarımızı kaybedebiliriz. Bir şairin ve yazarın kendi biricik yapıtını yaratabilmesinde, böyle özel yaşantı deneyimlerinin, birikim ve duyarlıkların önemi var. Onun ise, şu ya da bu edebiyat söylemine, şu ya da bu ulusal, yerel dil ve edebiyat kuramına, şu ya da bu kimlik politikasına ihtiyacı yok. Çoğu kez, yaratıcılık onlara rağmendir.  

Bir kez böyle söylemler, kategoriler yarattınız mı, sizin de başka edebiyatları ötekileştirmeniz, dışlamanız kaçınılmaz olur. Kapınızı dünyaya kapatırsınız, giriş-çıkış biter. Akdenizlilik, sanki doğuştan kazanılan değişmez bir kimlik tarifine dönüşür. Akdeniz ülkelerinden birinde doğmayan, ama Akdeniz'de ya da onun kültürel mirası içinde yaşayıp yazmayı seçen yazarlar da var. Kendi yolculuğumuz kadar, başkalarının yolculuğu da bizi zenginleştirir. Karşılaşmalar, nerede, kiminle ve nasıl olursa olsun bir şair ve yazar için yaşamsal önemdeki yaratıcı deneyimlerdir. 

Akdenizli Ada Edebiyatlarının Özgünlüğü

Akdeniz adalarının hemen hemen hepsinde anakaralardaki anadilin değişik lehçesi kullanılıyor. Girit, Rodos, Lesbos, diğer Yunan adaları ve Kıbrıs, Elencenin; yine Kıbrıs, Türkçenin; Mayorka adaları İspanyolca'nın; Sicilya, Sardunya, Korsika, İtalyancanın; yine Korsika, Fransızcanın daha eski lehçelerini muhafaza edip diğer temas-halindeki-dillerle kaynaştıran bir 'üveyanadile' sahip. Adalarda izole halde (ki 'yalnızlaşma,' 'yalıtılma' anlamına gelen 'izole' ile 'ada' sözcüğünün kökeni aynı olup, insanoğlunun ilk karşılaştığı ada sayılan Kıbrıs'a binlerce yıl önce verilen 'aisya,' 'aisy,' 'isy' sözcükleri, hem ada anlamındaki 'isy-land,' 'isles' ve 'island'a, hem de yalnızlaşma anlamındaki 'isole,' 'isolate' ve isolation'a dönüşmüştür) evet, adalarda izole halde kalıp yaşayan yalnızca bazı ender kuşlar, böcekler, dağkeçileri, çiçekler ve şifalı otlar değildir, çok eski lehçeler, ölüdillerden artakalmış sözcükler, sesler, üsluplar da hayattadır.  

Kimi Kıbrıslı ve Korsikalı yazarların ayrı bir dil saydığı 'Kıbrıslıca' (Kypriaka) ile 'Korsikalıca,' aslında Elen ve İtalyan dil ailesindeki eski lehçelerdir. Bir tek Malta'nın başka bir ülkede konuşulmayan kendine ait dili var ki o da, bir yanıyla eski Kartaca'nın (Kenani/Arap), öte yanıyla Fenike'nin (Semitik/İbrani) dilleriyle bağlantılıdır. Ayrıca, din ortaklığı nedeniyle İtalyanca etkisindedir. (Belki ortaçağ şövalye kültürü nedeniyle demeliydim. Rum-Ortodoks ve Türk-Müslüman Kıbrıslılar ise, Malta'dakine benzer ortaçağ şövalye kültür ve edebiyatını Latin-Katolik kökenli olduğundan dışladılar.)

Akdeniz adalarındaki dillerin etimolojik kökenlerinden ya da dinsel bağlamlarından daha dikkat çekici olan, çok farklı dilleri iç içe geçirmiş melez sözdağarcığına, yazım tarzına, üsluba, sentaksa dayanmasıdır. Bu farklılık, paradoksal olarak, aynılık yaratmaya çalışan ulusal edebiyatlar içinde onlara çekici bir özgünlük kazandırıyor. Dil, kültürel incelemelerin konusu da olduğu için, adalı yazarların yapıtlarına anakaradakine göre özel bir farklılık veren şey, aslında onların çok-kültürlülüğüdür.

Ama 'özgünlük' kavramı ulusal edebiyatlarla ilişkili bir değer yargısı. Dil ve edebiyata ilişkin her şey yekpare bir ulusal ruhun sözcüsü sayılırken, bunun adına 'özgünlük' deniyordu. Yani özgün edebiyat, bir ulusu diğer uluslardan ayrıştıran, onun ulus-devlet kurmasını gerekçelendiren ve 'öteki' uluslardan farklılığını (gerçekte üstünlüğünü) gösteren bir kültürel kurumsallaşma olarak anlaşılıyordu. Ne var ki, ulusal edebiyat kurumsallaşması giderek sıkıcı bir tekdüzeliğe varınca, 'anavatanlar,' çevredeki adaların ara-yerdeki edebiyatını, 'ulusal kan dolaşımı' için imdada çağırıyordu. Modern-ulusal edebiyatlar döneminde, merkez-çevre ilişkisinin çarpıcı örneklerinden olan anakara-ada edebiyatları arasında bir çeşit aşk-nefret ilişkisi vardı.
Elen edebiyatına, Giritli romancı Nikos Kazancakis ve 1979 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yine Giritli (aile kökeni Lesboslu) şair Odysseus Elitis'in; İtalyan edebiyatına, hepsi de Sicilyalı olan öykücü ve romancı Leonardo Sciascia, 1959 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi şair ve yazar Salvatore Quasimodo ve romancı Andrea Camillari'nin 'özgünlükleriyle' getirdiği dinamizmi (ulusal kan dolaşımını) hatırlamak yeter. Akdeniz adalarının şair ve yazarları, her ne kadar 'ortak ulusal ruhla' tam örtüşemese de, ulusal-edebiyatlar döneminde ancak merkezi edebiyata eklemlenmekle, onun söylemleri çerçevesinde yorumlanmakla kabul-görecekti. Bu arada merkezi edebiyat da, merkeziliğini koruyabilmek için kendisini revize edecekti. Artık "Sicilya Edebiyatı, Girit Edebiyatı" diye alt-kategorilerin kabul-görmesi İtalyan ve Elen edebiyatları açısından bir sakınca oluşturmuyor, zenginlik sayılıyor.

Ulus-Devlet Kuran ya da Kurmak İsteyen Adalar

Hemen belirtmek gerekir ki, Fransa'ya bağlı Korsika ile onunla benzer bir dil ve edebiyat geleneğini paylaşan İtalya'ya bağlı Sardunya adasına yaklaşım daha farklıdır. Özellikle Korsika, son zamanlarda "Korsikaca Edebiyat"la pekiştirilen bağımsızlıkçı kültürüyle, kendisini ayrı bir ulusal-edebiyat olarak tahayyül ediyor. Ancak bir azlık (minör) edebiyatı olarak dolaşımda bulunuyor. Korsikalı yazarların ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, Fransız ve İtalyan edebiyatları tarafından pek kabul-gördüğü söylenemez. Marcu Biancarelli (şiir), Rinatu Coti (roman), Ghiacuma Fusina (deneme) ve Dumenicu Tognatti (oyun) gibi çağdaş yazarlar ve bu panelde yer alan şair, yazar Ghiacumu Thiers yapıtlarıyla belli bir kurumsallaşma sağladılar. Doğusu ayrı bir uluslararası birim sayılmasının avantajına rağmen neredeyse Kıbrıs edebiyatından daha aktiftirler.

Kıbrıs'ın tersine herhangi bir 'anavatanla' dilini paylaşmayan Malta da, edebiyat kurumsallaşmasında mesafe katetti. Kıbrıs, tıpkı Malta gibi bağımsızdır, Korsika gibi ayrı dil saydığı kendi lehçesine ve edebiyat geleneğine sahiptir, üstelik Sicilya ve Girit gibi Akdeniz'in en büyük adalarındandır. Buna rağmen, sorunları bir azlık edebiyatı olmakla bitmiyor. Kıbrıs edebiyatı, Elence, Türkçe ve İngilizce yoluyla bağlandığı Yunanistan, Türkiye ve İngiltere edebiyat merkezlerinin silik bir periferisi durumundadır. Kıbrıs'ın, küçük edebiyatlar bağlamında dahi Avrupa edebiyatı içinde arkaplanda kalmasında, belki ayrıca, Akdeniz'in Batı'sına değil, Doğu'suna ait bir ülke oluşu da rol oynuyor.

Kıbrıs edebiyatının (ya da edebiyatlarının) aşamadığı sorunlardan biri, çokdilliliğine, çokkültürlülüğüne uygun, ortak edebiyat kurumsallaşması yaratamamasıdır. Bu ise, her topluma ya da dile ait şair ve yazarların, ayrı 'ulusal-anavatan' edebiyatları içinde bir periferi mensubu olarak kalmasını perçinliyor.

Daha önce Fransızca yazıp şimdi bunu reddederek Korsikaca yazma eğilimine katılan yazarlar, Korsika'daki ulusçuluk eğiliminin bir göstergesi. Korsika'daki bazı Fransız ve Cezayir kökenli yazarların hâlâ Fransızca yazmasını sorun olarak görenler var. Bu tür yapıtlar için, "kolonicilerin dilinde yabancı bir edebiyat" tanımlaması yapılıyor ki Kıbrıs'taki İngilizce yapıtlar için de zaman zaman böyle şeyler söylenir. Ama Korsika'daki kadar şiddetle ve yaygın biçimde değil. Yüzyılı aşkın bir sürede Ada'nın dillerinden, edebiyat kaynaklarından biri haline gelen ve onlarca Kıbrıslı yazarın kullandığı İngilizceyi, 'kolonicilerin dili' diye tanımlamak, edebiyat açısından sorunlu görünüyor.

1950'lerden sonra, çağdaş Kıbrıslırum şiir ve edebiyatının en önemli isimlerinden Kostas Montis, Ada'da yaşayan ve anılarını Bitter Lemons adlı bir kitapta toplayan Lawrence Durrell'e cevap mahiyetinde bir kitap yazıp sömürgecilik eleştirisinde bulunmuştu. Söylemem gerekir ki, Kostas Montis'in kendisi adanın Yunanistan'a ilhakını isteyen EOKA'nın üyesiydi ve yaptığı eleştirideki bakışaçısı Elenizme göreydi. Lawrence Durrell'in, Kıbrıs'ta kolonyal bir rol oynadığı, yapıtlarına da bunun yansıdığı doğrudur. Ama şu da doğrudur: Sebebi ne olursa olsun, Lawrence Durrell, Kıbrıs'ın ilkçağdan beri süregelen kozmopolit kültürünü, Levant'la bağlantısını ve çokdilliliğini Kostas Montis'den daha fazla farkedebilmişti.

Bana kalırsa, anakaralardan adalara gelen şairlerden de öğreneceklerimiz var. Sözgelimi modern dönemde Lawrence Durrel'in yanı sıra Kıbrıs'ta yaşayan Arthur Rimbaud,  Namık Kemal, Yorgos Seferis gibi şair ve yazarları Kıbrıs edebiyatının da bir parçası sayabiliriz. Biz de artık onların geldiği yerlerin, Fransa'nın, Türkiye'nin, Yunanistan'ın, İngiltere'nin bir parçasıyız. Çeşitli adlarla ortaya çıkan ulusal ideolojilerin, sömürgeciliğin ezdiği bir halka mı, asimilasyona zorlanan bir azınlığa mı ait olduğu günün sonunda pek farketmiyor. Hatta hiç farketmediğini Kıbrıs'taki muhtelif ulusçuluk hareketlerini yaşayıp gördük. Ulusçuluk edebiyata zarar verir ve iyi cinsi de yoktur.

Doğu'ya Karşı 'Çok-Kültürlü' Ulusçuluklar

Kıbrıs'ta '1974 Kuşağı ve izleyicileri' diye bilinen ve 'Akdenizli Edebiyatlar' söylemiyle de örtüşen son dönemin şair ve yazarlarında görüleceği gibi çok-kültürlü kimlik politikası da çoğu kez ulusçuluğun bir başka adıdır. Ada'daki Elen ve Türk kültürü dışındaki eski Fenike-Önasya, Venedik-İtalyan, Lüzinyan-Fransız kaynaklarına referanslar içeren ve ilk bakışta ulusal kimlikleri aşkın görünen bu anlayışın ısrarlı temsilcileri, aslında yeni Kıbrıslı ulusçuluğunun parçasıdırlar. Ulusçuluğu, Elen, Türk, İngiliz ulusçuluklarıyla bir tutup, Kıbrıslılığın ulusçuluk sayılamayacağına inanıyorlar. Ulusçu olmadıklarına kanıt gösterdikleri çokkültürlülüğü ise, Kıbrıslılığın yapıcı unsurlarından biri olarak ele alıyorlar. Böylece, Kıbrıslı ulusal kimlik tahayyülüne çağımıza uygun küresel semboller yerleştiriyorlar. 'Anavatanlara,' özellikle Türkiye'ye karşı yeni bir Kıbrıs merkezli kimlik politikasını öne sürmek için 'Akdenizli melezliği' kullanıyorlar. Bu yaklaşımı benimseyen Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum şair ve yazarların, çokkültürlülük ya da melez Akdenizlilik tarifi içinde Doğulu, İslam, Türkiyeli unsurlara pek rastlanmaz. 'Onlar,' dışlayıcı ve küçük düşürücü bir yaklaşımla ele alınır. (Sözgelimi, Türkiye'nin Ada'daki siyasi varlığına duyulan tepki, Türkiye kökenli insanlara, onların kültürüne yönelik bir tepkiye dönüşür ve o ünlü çokkültürlülük söylemi orada biter.)

Bu Kıbrıslı ulusçuluğu, Avrupamerkezciliği'yle bağlantılıdır. Dolayısıyla çok-kültürlülük kavramı, egemen küresel söylemler çerçevesinde yeniden-üretilmektedir. 'Akdenizli Edebiyatlar' tarifinin sorunlarından biri tam da budur: Kendisini Avrupa Akdeniz'ine göre tarif etmesi; Akdenizliliği, dünya edebiyat piyasasındaki çokkültürlü (ya da 'çokrenkli') bir markaya dönüştürmesi... 'Afrikalı, Müslüman, Doğulu' ülkeler ya da kültürler Akdeniz'in asli temsilcisi olarak algılanmıyor. Bir renklilik sayılıyor: Dünya edebiyatı için otantik, egzotik bir ilginçlik. Doğu'ya, daha çok ilkçağ ve ortaçağdan kalma kültürel miras çerçevesinde gönderme yapılıyor. Afrikalı ya da Müslüman kökenli yazarlar ise, bu Avrupamerkezci Akdenizli edebiyatları tanımına uyabildikleri ölçüde kabul-görüyorlar. 

Akdeniz'in İçindeki Devasa Turistik Oteller

Korsikalı yazarların dediği gibi: "Bizim küçük adamızın dilinin, edebiyatının, kültürünün de dünyada varolmaya hakkı var. Hem de büyük anakara ülkeleriyle eşit şekilde." Çok doğru. Ama Janus'un bir değil iki, hatta daha çok yüzü var:

Korsikaca yazanlar Fransızlardan şikâyet ederken, Fransa, dünya edebiyatına egemen olan Amerikan dili ve kültüründen şikâyet ediyor. Korsika'daki Cezayirli ve Fransız kökenli yazarlar Korsikalılık karşısında dışlanmış bir azınlığa düşmekten şikâyet ediyor. Kostas Montis, İngiliz sömürgeciliğinin Kıbrıs'ın Rum-Ortodoks yerlilerini yok saymasından şikâyet ederken, Kıbrıslıtürk yazarlar Rum-Ortodoks egemenliğindeki 'Kıbrıslı Edebiyatı' kanonunun Türkçeyi dışlamasından, Elen kökenli olmayan hiçbir edebiyat yapıtını kabul-etmemesinden şikâyet ediyor. Yine Kostas Montis, kendisini Yunanistan'daki Elenlerle aynı ulusal kimlik içinde tarif etse de, umduğu gibi Yunanistan'ın şairi olarak kabul-göremiyor. Yunanistan ile Kıbrıs arasında anadil birliğine inanıyor, ama Aristofanes'in Lysistra ve Ecclesiazou adlı kitaplarını Elenceden Kıbrıslıcaya (Kıbrıslırum lehçesine) çeviriyor.

Dünyadaki herhangi bir okuryazara sorsanız Nikos Kazancakis'in Zorba'sı Yunanistan'ı, Elenliği temsil ediyor. Ama Yunanistan'daki edebiyat kaynakları Nikos Kazancakis'i 'Giritli yazar' diye tanımlamaya, kitaplarındaki Giritliliği vurgulamaya devam ediyor. Benzer şey, dünyada İtalyan yazarı olarak tanınan Sicilya kökenli yazarların İtalyan kaynaklarında Sicilyalılıklarının vurgulanmasında görülüyor. Öte andan Sicilya öylesine bir yapılanmış, her açıdan (ve İtalyan yarımadasındaki birçok yerden de fazla) öyle bir Amerikanvari kent hayatı içinde ki, 'Akdenizli Edebiyatlar' kavramının çağrışımları hızla siliniyor. 

Şu sıralarda İspanyolca edebiyatta adını duyurmuş genç şairleriyle, şiir dergileriyle etkin olan İbiza ve Mayorka derseniz, artık birer ada olduklarını unutacak kadar metropollerle bütünleşmiş. İbiza'nın adı, artık Avrupa'da sadece bir turizm merkezini, dinlence endüstrisini hatırlatıyor. Dev turizm yapılaşması içinde, belki bütün Akdeniz adalarını bekleyen Avrupa kıta ülkelerinin tatil mekânından başka bir şey sayılmamanın sorunlarıyla boğuşuyor. Rodos, daha 10 yıl önce yerli Rodoslu ve Elen nüfusundan fazla nüfusa sahip yerleşik Kuzeybatı-Avrupalıların yatırımıyla gittikçe büyüyen devasa bir turistik otele dönüşüyor. Konuşmama başlarken Sapfo vesilesiyle atıfta bulunduğum Afrodit kültü artık Kıbrıs'ta kitle turizminin bir markasından başka anlam ifade etmiyor. Mayorka'da eski Arap-Yahudi kültürleriyle, Abbasilerle, Endülüs'le ilgili uluslararası toplantılar yapılıyor. Ama belki de bunlar, Kıbrıs'ta, Afrodit-Adonis, Othello, vb. konusunda yapılan edebiyat ve kültür toplantıları gibi turizm sektörünün reklâm faaliyetine dönüşüyor.

Akdeniz adaları, küresel kapitalizmin bütün sorunlarını sanki birer metropol gibi yaşıyorlar. Tekelleşmiş uluslararası ticari şirketlerin küçük üretimi ortadan kaldırışı ve kitle tüketiminin sosyal sonuçlarından, yoğun bir yapılaşma ve çevrenin bozumasına kadar çok ciddi küresel sorunlarla karşı karşıyayız. Asıl şaşırtıcı olan, Korsikalılar gibi Kıbrıslıların da kendi eski etnik sorunlarını hâlâ birincil mesele olarak görmesi. Bütün bir ada Akdeniz'in ortasındaki devasa bir turistik otele döndürüldükten sonra, artık o otelde servis yapacak olanların etnik kimliği neymiş, otel müdürünün dini niçin şu değil de buymuş, resepsiyondaki broşürler hangi dilde yazılmış, bunların ne önemi kalır?..

Yeni Toplumlara ve Kültürel Değişime Karşı Adalı Tavrı

Kıbrıs'tan örnek vereceğim: İngiliz sömürgeciliğinin dil ve kültürüne o kadar karşı çıkıldıktan sonra, şimdi, sıradan bir Kıbrıslırum vatandaş gittiği herhangi bir lokantada İngilizce sipariş vermek durumundadır. Çünkü tüm garsonlar Doğu Avrupa ülkelerinden gelmişler. Evkadınları, çocuklar, işyeri sahipleri, hatta köylerdeki hayvancılar İngilizceyi her an konuşmak zorunda. Çünkü hizmetçiler, çocuk-bakıcıları, işçiler, çobanlar Sri-Lankalı'dır. Kıbrıs'ın Rum kesiminde vatandaş olan Slav kökenli nüfus 25 bini, Lübnan, Suriye ve Filistin'den göçen Arap nüfus 15 bini, Kafkasya ve Orta-Asya ülkelerinden gelip vatandaş olan Pontuslu nüfus 35 bini, hizmet sektöründe vatandaş olmadan çalışan Sri-Lankalı, Ortadoğulu, Uzakdoğulu nüfus 50 bini aştı. Kıbrıs'ın Türk kesiminde Türkiye'den gelen ve çoğu vatandaş da sayılan Türk, Arap, Kürt kökenli nüfusun toplamı (ki buna Bulgaristan'dan gelen Türkler dâhildir) 65 bin civarında. Öte yandan İngiltere ve diğer Kuzey ülkelerinden Ada'ya yerleşen ciddi bir nüfus var (herhalde 70 bin kadar). Ayrıca toplamı 3-5 bin civarındaki Maronit, Ermeni, Levanten ve diğer azınlıklar...

Güney Kıbrıs'taki (Kıbrıslırum kesimi) nüfusun 700 bin kadar, Kuzey Kıbrıs'taki (Kıbrıslıtürk kesimi) nüfusun ise 200 bin kadar olduğu düşünülürse, yarısı vatandaş, yarısı da sürekli ikamet eden statüsündeki yaklaşık 300 bin kişilik diğer unsurların adanın toplam nüfusunda yarattığı oransal etki anlaşılabilir. Sürekli ikamet edenlerle toplamı 900 bine yaklaşan Kıbrıs nüfusunun 1/3'i, ne Kıbrıslıtürk, ne de Kıbrıslırumdur. (Ek olarak, her yıl Kıbrıs'a 2.5 milyondan fazla, yani nüfusun 3 katı turist geliyor.)

Bir süre sonra, Ada'daki Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk nüfusu dikkate alınmayacak derecede ikincil duruma düşecek. Küresel değişimden bu kadar etkilenirken, yeni yeni toplumlar Ada üzerinde dil ve kültürleriyle gittikçe daha yerleşik hale gelirken, Kıbrıslırumlar ile Kıbrıslıtürklerin hâlâ Kıbrıs'ı paylaşamaması sadece mizah yazarlarını ilgilendirir. Belki o nedenle, son dönemin genç Kıbrıslı yazarlarında yoğun bir ironi var. Yeni ortaya çıkan Kıbrıslı toplumlar karşısında, bir süre sonra Kıbrıslıtürk kökenliler gibi Kıbrıslırum kökenliler de azınlığa düşmek ve Kıbrıs kültürü Avrupa içinde bambaşka bir şekil almak üzereyken, hâlâ Ada'nın Elenliği ya da Türk-Elen kökenli toplumlar arasında 'Taksim'i için çatışmaya devam edilmesi akıl durdurucudur.

Adalılarda görülen, durduğu yerde hep inatla durma saplantısı ve kendisini dünyanın merkezinde sanma yanılsaması Kıbrıs'ta en uç noktalardadır.  İşte Akdenizli adalılık bir yanıyla da böyle bir şeydir: Kafasını kum yerine tuzlu suya gömmek ve kendi kendisini boğmuş olduğunu dahi farketmemek.

James Joyce da Bir Adalıydı, Ama...

Kimi kez ayrı bir dilmişçesine anakaralardan farklı alfabe bile gerektiren adaların lehçesiyle, adalı bir şair ya da yazarın nasıl bir ilişki kuracağı önemli bir sorundur. Sonuçta dil, kültürel kaynaklarımızı yazı yoluyla yansıtan asıl malzememiz ve ancak dil yoluyla yazınsal bir dünya kurabiliyoruz. Dille ilişkinin yanıtı tam da burada, kültürel kaynaklara yüklediğimiz anlamda, kendimize nasıl bir yazınsal dünya yaratmak istediğimizde aranmalı.

Birincisi: Kendi lehçenizle yazabilirsiniz, tümüyle yerel sözdağarcığını kullanabilirsiniz, merkezi alfabeyi lehçenize göre değişime de uğratabilirsiniz. Ama bu şekildeki bir dilin öngördüğü bir de kültürel ve yazınsal dünya var ki o da Ada'nın ancak kıyılarına kadar ulaşıp denizi hiç geçemeyebilir.

Ya da ikincisi: James Joyce gibi yaparsınız. Kendi adanızın size verdiği o çok özel dil duygusunu kullanıp denizaşırı yerlere varırsınız.

Dolayısıyla, ada lehçelerinin dilbilimle sınırlı bir kullanımından daha önemlisi, anakaralardaki şair ve yazarlarda varolmayan bir dil duygusunu, dille çok farklı bir yaratıcı ilişki biçimini, dilin olanaklarını genişletme şansını bize veriyor olmasıdır. James Joyce hiçbir zaman kendisini merkezi İngilizce ile özdeşleştirmedi. Açık açık ondan şikâyet etti ve "İrlanda'nın düşmanlarının dilinde yazmanın paradokslarına, bir yazar için bunun taşıdığı iç gerilimlere" değindi. Ama çözüm olarak ne Keltçeye, ne de İrlanda'nın yerel İngilizce lehçesine döndü. Bir İngiliz yazarı olmadığını pekâlâ biliyordu. Yine de bu bilgisini kendi adasına kapanmak için kullanmadı. Tam tersini yaptı: İngiltere'yi, dünyanın merkezi gibi tahayyül eden diğer bazı İngiliz yazarlarından farklı biçimde dünyaya açıldı. Ve onlara Britanya'nın da tıpkı İrlanda gibi bir ada olduğunu düşündürttü. Britanya adasının, merkezilik vehmiyle, aslında dar ve tutucu ulusal, yerel değerlerine saplanmış bir edebiyat kanonunu sürdürdüğünü kendi arkaplanı nedeniyle daha derinden hisseden James Joyce, bunu tüm İngilizce edebiyata da hissettirdi.

O, ne İrlanda'da kaldı, ne de Britanya'ya yerleşti. Kıta Avrupa'sına gitti. İngilizceyi, yalnızca İrlanda'dan getirdiği dil etkileriyle değil, İtalyanca, Fransızca, Almanca gibi dillerden aldığı sesler, sözler, yapısal özelliklerle de değişime uğrattı. Kozmopolit kültürel coğrafyasını genişletmekle dilini genişletti. Dilini genişletmekle de yazınsal malzemesini, yazım tarzını... Ve onları genişlettikçe de romancılığının sınırlarını genişletti. Böylece İngilizce sözlükle varolmayan yeni melez sözcükler yaratmakla kalmadı, o sözcüklerde ifadesini bulan çoğul boyutlu bir dünyaya denk yeni bir yazınsal tarz ortaya çıkardı. Sonuçta kendisini de yepyeni bir romancı olarak yarattı.

James Joyce'un dille ve İngilizce edebiyat merkeziyle ilişkisi bana hep kılavuz oldu. Türkiye'de üniversite öğrencisi olduğum yıllarda, tabii Türk kimlik-kartım yoktu, ama cüzdanımda küçük bir kartotekse yazılmış kimlik-kartı gibi James Joyce'ın, Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi'nden alınmış şu sözleri vardı: 

Kendisini benim evim, vatanım, kilisem diye adlandıran, ama inanmadığım şeylere hizmet etmeyeceğim ve kendimi, olabildiğince özgürce ve bütünlükle hayat ve sanat tarzımla ifade etmeye çalışacağım...

Görüldüğü gibi, James Joyce, daha baştan eleştirel bakışın oklarını, ona, dili ve kültürünü dayatan sömürgeci İngiltere'ye yöneltmekle yetinmemişti. Onu, cemaatçi muhafazakârlığa hapsetmeye çalışan kendi adası İrlanda'ya da yöneltmişti.

Akdeniz Hem Özgürlük Duygusu Verir Hem Tutsaklık

Adalarda yaşayanlara denizin getirdiği bir duyarlılık var: Hem özgürlük duygusu, hem tutsaklık duygusu verir Akdeniz. Adalıları hem dünyaya bağlar, hem kendi adalarına hapseder... Birincisini mi seçmeli, ikincisini mi? Adalı yazarlar kendi adacığının kimlik politikasına saplanıp dünyaya kapısını kapatacak mı? Yoksa tersini mi yapacak?

Ulusçuluk çağının karabasanını Akdenizli adalar iyi bilir. Anakaraların birçok melez, çoğul, kozmopolit toplumu ve kültürü silinip gitti. Ama Akdeniz'e serpilmiş şu küçük adalar, hâlâ tek bir dile, tek bir edebiyat geleneğine, tek bir kültüre sığamıyor. Öte yandan, adına 'ulusçuluk' demekten kaçındıkları kendi yerel kimlikçilikleri noktasında da, tıpkı Homeros destanlarında anlatıldığı üzere aynı adalı izolasyonu sürdürüyorlar. Bu arada, Homeros destanlarındaki kurgusal yapı ve temel izleklerin Fenikece ve diğer Önasya dillerinden Kıbrıs yoluyla eski Elenceye aktarıldığını belirtmeliyim. (İlyada ile Odyssea'yı önceleyen ilk metin bundan 2800 yıl önce Kıbrıslı şair Stasinos tarafından yazılan Kıbrıslı Destan'dır.)

Akdenizli adalar ilkçağdan beri dünya edebiyatının harika çevirmenleridir. Çevirmenlik dediğim, edilgin bir aktarmacılık değil, bir kültürü başka başka kültürler içinde yeniden yaratabilmektir. Çeviri sürecinde, çeviren de çevrilip dönüşüme uğrar, çoğalır. Zaten yaratıcı bir çevirmen, çevirdiği metnin, onu başka bir insana çevirebileceği umuduyla çeviri yapar.

                   Odessey Akdenizli Yazarlar Paneli, Avrupalı Kültür    
                   Vakfı, Toursky Tiyatrosu, 19 Ekim 2002, Marsilya.
    

TEHLİKELİ ÇEVİRİLER

The Independent gazetesinde, buradaki konuşma ve şiir okuma günüm hakkında bir yazının yer aldığını gören gazeteci Türk bir arkadaşım, söyleşi yapmak için telefon etti. The Independent'daki makale, çeviri edebiyatla ilgili klişeleri tutmadığımı belirtiyordu: 

Mehmet Yaşın, kültürel köklerini Türk olduğu kadar, Elen ve İngiliz olarak da tanımlıyor. Çevrilen yazarların, siyasal nedenlerle ya da pazarlama amacıyla sokulduğu 'post-kolonyal,' 'Akdenizli' gibi şablonların tersine, hem kendi şahsına özel yaklaşımıyla, hem de insanın genel koşullarına bakışaçısıyla okunmayı bekliyor. (1)

Ama gazeteci Türk arkadaşımı telefonda dinlerken farkettim ki, onun esas meselesi, benim şiirimden çok, şiirimin Türk edebiyatını temsil edişiydi. Benimle bir 'Türk' olarak gurur duymak istiyordu, şair olarak değil. İngilizce dışındaki dillerde yazanları, tek ve mutlak bir 'ötekine' indirgeyen Batılı edebiyat kanonunun otantiklik, egzotiklik beklentisini eleştirdiğim bilinir. Arkadaşımın telefonu, sözde 'öteki'nin de, 'öteki' olmak ve öylece kalmak istediğini hatırlamama vesile oldu. Çevrilen Türk, Kıbrıslı ve dahası Yunanlı yazarlar, ötekilik şablonuna yalnızca hedef dildeki (İngilizce) Dünya Edebiyatı söylemince sokulmuyorlar. Aynı zamanda, kaynak dildeki (Türkçe ya da Elence) edebiyat kurumsallaşmasının ulusal söylemleri tarafından sokuluyorlar.

Herkes gibi ben de, çevrilen yapıtların Batı'daki sunumunu eleştirip, diğer dillerde yazan yazarların marjinalleştirilmesinden şikâyet ediyordum. Özellikle, her tür çeviri yayının toplam %3'ten az olduğu İngilizce, marjinalleşmeden çevrilmenin en zor başarılabildiği dil, hatta bütün bir dünya İngilizce konuşsa bile... Kitapları İngilizceye yeni yeni çevrilen bir şair ve yazar olarak, benim için (bu toplantının başlığını oluşturan) "Tehlikeli Çeviriler," öncelikle bu tehlikeyi düşündürmeli. Çevrilen çoğu yazar, Dünya edebiyatında ulusal, bölgesel vb. bir kimliğin temsilcisi olarak isim yaparken, bu marjinalleşmeyi, fark etmeksizin yeniden üretebiliyor. Hem çevrilen dildeki (ki bu genellikle İngilizcedir) dünya edebiyatı, hem de özgün dildeki yazınsal kanonlar, söz konusu egzotiklik oyununu oynamakta hemfikir görünüyorlar. Kim bilir, henüz çevrilip ortaya çıkmakta olan şair ve yazarlara, hele Türklere, dünya edebiyatı sahnesinde bırakılan tek oyun alanı belki de bu olduğundan... Sizin yapıtınız, siz hariç her şeyi temsil edebilir. Oyunun ana kuralı bu.

Çeviri yoluyla tanınan bir şair, genellikle bir dilin, bir ülkenin, bir bölgesel edebiyatın ya da yenilerde keşfedilmiş bir yazınsal söylemin parçasıymış, temsilcisiymiş gibi sunulur. İşin aslını isterseniz, bir şair, kendi kendisinin parçası, temsilcisi olabilmek için yazıyordur. İçinde yaşadığımız şu dünyada şairin kendi kendisinin parçası, temsilcisi olmasının önüne hep bir söylemin engeli çıktığından, şair de dönüp tekrar tekrar yazıyordur. Kendisi için yeni ifade biçimlerini zorluyordur.

Türkçe ve Elence edebiyatların, kendi kendileriyle üveylik ilişkisini Step-Mothertongue (2) adlı kitabımda ele almıştım. Bir şair olarak ben, 'üveyliği' nasıl yaşıyorum, burada ona değineceğim. Bunu da, şiirlerimi iki dilde okuyarak yapmaya çalışacağım. Sözde 'analar,' benim şiirimi temsil edemezken, benim şiirim, nasıl olur da bir 'anadilin, anakültürün, anavatanın' temsilcisi sayılabilir? Pek aklım yatmıyor...  Her ne kadar dil, bir şair için çok önemliyse de, şair, verili bir anadil ile özdeşleştirilemez. Tersine, verili anadili değiştirebilmeli, onu sarsmak. Kendine özgü bir dille insanın koşullarını ifade edecek yeni olanaklar yaratabilmek. Şair açısından dilin önemi tam da burada değil mi?  

***
Öncelikle, şiirin, kişisel deneyimlerle ilişkisini sorgulamayı yeğliyorum. Bir şairi, diğer dillerin ve ülkelerin şairlerinden olduğu kadar, kendi dili ve ülkesindeki şairlerden de ayıran şiirinin kişiselliğidir. Ben, birçok dil ve edebiyat geleneğinin kesiştiği bir yazınsal bölgenin temsilcisi sayılsam bile, aslında, kendi yaşam deneyimlerimden kaynaklanıyor bu. Şiirde, kişisel deneyimlerinin önemi unutulursa ve bir şair, çevrildiği dilde geçerli söylemlere göre sınıflandırılırsa, şiirsellik sınırlanmış olur. Şiir, kuramlar ve kodlamalar altında kalır, kaybolur. (Buna, çeviri disiplininin kuramları dâhildir.)

İtiraf etmem gerekirse yazınsal kuram ve söylemlerden, en masum çözümlemelerden bile, artık öylesine çekinmeye başladım ki, sözlerimi uzatmak istemiyorum. Çünkü başkalarının yapıtlarım hakkında verdiği kuramsal yargılardan, belli söylemler doğrultusundaki değerlendirmelerden daha kötüsü, bunu bizzat benim kendime yapıyor oluşumdur. İşte, şimdi burada yaptığım gibi şiirimin 'yanlış' okunmasına karşı birkaç çift laf edeyim derken, söylediklerimle, ben, okunma biçimim konusunda bir çerçeve çizmeye başlıyorum. Oysa şiir için 'doğru' çerçeve yoktur. Şiir, herhangi bir çerçeveye sığamaz, sığarsa da şiir olamaz. Şiir, başka başka açılardan okunabilirse ve okunabildikçe şiir olur.

Don't Go Back to Kyrenia, (3) benim İngilizcede yayımlanan ilk şiir kitabım. Çevrilen kitapların okunma biçimi, kapsam ve algılanışı, genellikle üzerinde durulduğundan daha çok değişime uğruyor. Bu değişim, kuşkusuz, çevirmenin tercihleriyle başlıyor. Hangi şiirleri seçip, nasıl bir düzenleme içinde sunduğuyla... Yaptığı çevirileri, hedef dil ile kültüre yakınlaştırmayı mı, yoksa yabancılaştırmayı mı bir çeviri stratejisi olarak benimsediğiyle...

Çevrilmek, bir anlamda yazarın yazınsal ufkunu genişletiyor. Yapıtını başka açılardan görebilmesine, 'genişleyebilmesine' yardımcı oluyor. Çevrilme sürecinde, edebi yapıtlarda Bağlam Kayması diye adlandırdığım bir dönüşüm oluyor. Demek istediğim şu: İngilizceye çevrilen Türkçe bir kitap, Türkçe edebiyatta varsayılmayan ya da pek tanınmayan bir söyleme göre İngilizcede sınıflandırılıyor ve öyle okunuyor. Ne yazık ki, bu tür edebiyat-dışı bağlamlar, çevrilen bir şair ya da yazarın kabul-görmesinde kimi zaman kendi gerçek yapıtından daha fazla rol oynayabiliyor.

Don't Go Back to Kyrenia'nın, ilk çeviri kitabım olmak dışında bir özelliği daha var. O da, bugüne dek yayımlanmış beş şiir kitabımdan (Sevgilim Ölü Asker, Işık-Merdiven, Pathos, Sözverici Koltuğu, Hayal Tamiri) yapılan ilk seçki oluşu. Kitap, çevirilere, Türkçe orijinalleriyle birlikte yer verdiği için, bir "Seçme Şiirler" yapıtı biçiminde de değerlendirilebilir. Dönüp bakınca görüyorum ki, her şiir kitabım bir başka izlek üzerinde yoğunlaşıyor. Sanırım, şiirimin geçtiği basamaklar, beş kitapta sırasıyla değişen izlek ve ona koşut üslupta, özellikle dilin kullanımında kendini belli ediyor. Ancak ilk şiir kitabımdan beşincisine değişmeyen bir şeyler de var ki herhalde bu, şiir yazmama neden olan o şeydir. Bir şaire şiir yazdıran o şey her ne ise...

                            "Dangerous Transiations", Poetry Library-Voice Box,     
                            Royal Festival Hall, Londra, 24 Mayıs 2001; In Other     
                            Words, Kış 2001, Londra.
ANASAYFA YAŞAMÖYKÜSÜ FOTOĞRAFLAR KİTAPLAR İLETİŞİM