ANASAYFA YAŞAMÖYKÜSÜ FOTOĞRAFLAR KİTAPLAR İLETİŞİM
  ENGLISH ΕΛΛΗΝΙΚΑ

KİTAPLAR

"Mehmet Yaşın'ın önemli sorunları gündeme getirdiği kanısındayım... Değişik Ülkelerde değişik ortamlara girip çıkan bu genç şair, bizi daha önce sorun etmediğimiz konuları düşünmeye zorluyor.” "

- Memet Fuat

***
iii. MARJİNALCİ MUHALEFETİN MERKEZİ İKTİDARI

İktidardaki Muhalefet ya da Marjinalci Merkez

Bu yazıda sözünü edeceğim ilk kitap YKY arasından çıkan Periler Ölürken Özür Diler (1). Küçük İskender’in son yıllara ait şiirlerinden önemli bölümünü bir araya getiren kitap, şiirimizdeki bazı eğilimler hakkında da fikir veriyor.

&

Küçük İskender’in örnek aldığı Allen Ginsberg’i Türkçeye çevirmeyi çok isterdim eskiden. “Amerika” gibi birkaç şiiri dışında Türkiye’de pek tanınmazdı. (2) Sözgelimi Howl, Türkçe’ye “Uluma” diye çevirilmişti ki ona “Havlama” diyecektim. (3) Bir defa, “howl” ile “havlama” arasında işin ruhuna uygun bir ses benzeşmesi vardı. Ayrıca, şairanelikten intikam alırcasına söylenmiş bir argo olmalıydı bu, ama (bir köpekle birlikte yaşamanın ortak hayat tarzına dönüşmeye başladığı yıllarda herkesin paylaşabileceği bir şirinlik duygusuyla, zekice alayla incelmiş bir sözcük) kaba saba da denemez: “Havlama!” Hayır, Türkçede yerine oturmuyor. Bundan on beş yıl öncesi kadar olmasa da havlama hâlâ havada. (Sanırım, Türkiye’de bir köpekle birlikte yaşamak henüz bir hayat tarzına dönüşmediği içindir.) Allen Ginsberg’in çok yalın bir dille yazılmış, içinden çok ayıp laflar geçen kısa şiirlerini de Türkçeye çevirmek neredeyse imkânsızdı. Şimdilerde Küçük İskender, onun yolundan giderek “fuck me” yerine “düz beni” ya da “asshole” yerine “anüs” gibi sözcükler kullanıyor, ama ‘büyük şefin’ yaptığı başka bir şeydi. Bu sözcükleri çırçıplak kullanıyor, kabul-gören şiirsel dil gibi, onu kabul eden yerleşik düzenin değerlerini de sarsmaya çalışıyor, alternatif bir yaşam felsefesini, onun dilini öne sürüyordu. Türkiye’de, şiir dilini radikal bir dönüşüme uğratabilecek bir toplumsal ve kültürel zemin yoktu. Allen Ginsberg’in ya da daha genelde ‘Beat Generation’ın şiirine, Türkçede (hangi sözcüklerle değil) hangi kültürel, düşünsel göndermelerle karşılıklar bulunabilirdi?
Bu, şiir çevirisinde karşılaşılan zorluklardan biridir: Sadece bir dilbilgisini değil, bir kültürü başkalarının diline, dolayısıyla kültürüne çevirmek. Öyle ki, burada sözkonusu edilen, deyim yerindeyse Amerikanca, yani İngiliz dili bile değil. Çünkü İngilizlerin daha muhafazakâr, daha istikrarlı bir hayat tarzı var. Boşuna değil, Allen Ginsberg gibi dili altüst etmiş bir şairin “Amerika”dan çıkması.
Amerika ve Avrupa ülkelerinde (bugün, belki en çok Küçük İskender’le Türkiye’ye taşınan) Beat şiiri, 1960’larda yaygınlaşırken, sokaktaki insanların dünyayı algılayıp dile getirişi, açık ya da örtük siyasal, cinsel vb. kodlar çoktan değişmeye başlamıştı. (4) Bunun karşılığı (Türkiye’deki gibi yalnızca mizah dergileri, bazı FM radyoları, entelektüel, transseksül kesimler ve Taksim’in rockçu gençleriyle sınırlı değildi), çeşitli marjinal unsurlardan başlayarak toplumun hemen hemen her katına yayılmıştı.
Küçük İskender, böyle bir toplumla konuşma şansı bulamadı. Bu nedenle, argodan metropolün arabesk söylemine, Osmanlı Divan-Attilâ İlhan-İkinci Yeni şiirlerinden İngilizce pop diline uzanan, önce parçalanmış, sonra eklektikçe eklemlenmiş zeki bir ‘deli dili’ yarattı. Bu git gide ağırlaşıp karmaşıklaşan dili, çıkış noktası olan Toplumcu-Beat-Protest şiirin yalın söyleyişlerinden uzaklaştı. Kendisinin de dediği gibi: “Türkçe şiirin piçi” oldu (5). Ne var ki herkes, onu, kendi nüfusuna geçirmek için tersinden babalık davası açmış bulunuyor. Sanırım eski Roma’da söylenmiş o atasözünün açıkladığı nedenle: “İktidar sahibi adamı yenmek istiyorsan onun düşmanlığını değil, dostluğunu kazan.”
Benim özetle diyeceğimse şu: Küçük İskender’in bu şiir kitabı, sokağa düştüğünü ancak 1980’lerin sonunda farkeden, gel gör ki sokak-çocuğu olmayı da bir türlü beceremeyen bir Osmanlı Beyoğlusunun “şizofrengilisini” söylüyor.


&

Aslında Küçük İskender’in şiir ‘söylediği’ pek söylenemez. Şiiri sayıklıyor. “Hummalı” biçimde, kendi “Sacrifice”sını, bir “Ölü Mezarlıklar Aynası”ndan seyrediyor. Eşcinsellik, marjinallik gibi Batılı metropol izleklerine rağmen, Doğulu bir şiiri var: Bilip kavramak yerine sayıklayan, gizemli hayallerin uçuştuğu, peş peşe imge patlamalarıyla bir kararıp bir aydınlanan, ses, söz oyunlarını çoğu kez denetimsiz bir abartıyla kullanan, şiirsel bütünlüğü önemsemeyip tek tek dizeleri gelişigüzel savuran, sonsuza açılmak isterken kendisine kapanan, insan pisliği, cesetler, HIV+ kanlarıyla büyücülüğe teşebbüs eden, uçuçlarda yaşanmış aşklardan şiire çaresiz bir his akıtan... Avrupa dillerine, sadece dil yapısı yüzünden değil, duyarlılık olarak da aktarılması zor bir şiir. Bir ‘Müslüman’ın eşcinsel deneyim izleklerini şiirleştirmesi, Türkiye kültürünü oryantalleştiren Batı Avrupa’ya ilginç gelse de, şiirsel anlamda Avrupa edebiyat söylemleri ve şiir gelenekleriyle aralarında denklik yok. Çevrilme zorluğundan önemlisi, Batılı okurun özdeşlik kurabilme zorluğu ve dolayısıyla bu şiirlerin milli sınırları aşıp dünyada yaygınlaşabilme zorluğu. Çünkü “Doğu’nun anlaşılmaz hassasiyetleriyle dolu ve dışarıya kapalı,” üstelik protestocu. Yeni yeni Türkleşen Doğu-Romalıların geç dönem sayıklaması gibi birşey. (Bu sözlerim de, Küçük İskenderin bazı dizelerine benzedi, n’olduğu tam anlaşılamasa da çarpıyor.)
Kitapta yolunu şaşıran “İblisleri” sevdim, daha neleri, “randevusuna gelmeyen eş nuhun gemisindeki”ni ve en çok sevdiğim şiirlerden biri “Siyah Prömiyer” oldu:

İnanma, geçidin sonunda çıkış yokk

O iki çıplak adam da seni orada beklemiyorr

Sessizlik farklı bir anamnezdii

Son konuşan ilk sözü etmiş demektirr

Bundan sonra yüzümde facia beslemeyeceğimm

Kalbimi blues zindanlarında boğdurdumm

Uzun bir yazıda gözden kaçan bir firari harfimm

Ne benle başlıyor kelime ne de benle bitiyorr


Ne var ki, bütün şiirlerin aynı düzeyde olduğunu söylemek güç. Kitapta, pek sevemediğim şiirlerden biri, Allen Ginsberg’in kırk yıllık “Amerika”sından uyarlanmış “Türkiye” oldu. Nitekim Cenk Koyuncu şöyle demiş: “...deneme türündeki o eşsiz ‘Türkiye’...” (6) Böylece, âdeta adet haline geldiği üzere hakkında yazdığı şairi överken, sözkonusu şiirin, gerçekten şiir sayılıp sayılamayacağı yönündeki kuşkusunu da belirtmiş.
“Amerika”yı izleyen “Türkiye”deki muhalifler, dünya şiir metropollerindeki iktidarların (bir başka ifadeyle en yerleşik-edebiyat kanonlarının) ardılları olmak gibi bir açmazla karşılaşıyorlar. Sözgelimi, feminist ya da yeşil hareketleri, yapısalcılık ya da postmodernizm akımları Batı ülkelerinde egemen sistemle bütünleştikten yıllar sonra bir periferi (çevre ya da taşra) olan Türkiye’nin şiirinde, ‘sistem-dışı’ bir karşılık bulmaya başlıyorlar. İyi de, hep söylendiği üzere küreselleşen dünyamızda, bir metropol (merkez) edebiyatında, çoktan hiyerarşinin tepesine tırmanmış, yani ‘iktidara gelmiş’ bir şiir anlayışıyla nereye kadar ‘muhalefet’ yapılabilir? Onların bu eski ve yerleşik şiiriyle, bizde yeni ya da köktenci şiir arayışlarına ne kadar öncülük edilebilir?
19. yüzyıldan beri süregelen, Türkçe yazan şairin Batı’da olup da Batı’yı hem zaman, hem düşünsel-kültürel yönelimler, hem de yaşam tarzı olarak gerilerden izlemesi, yani Nâmık Kemal’in Londra’da çağdaşı Karl Marx’ı, Yahya Kemal’inse Paris’te Max Jacob’u görememesi hali, şimdilerde Küçük İskender’in Allen Ginsberg’i oldukça geç görmesi, dolayısıyla da bugün asıl görmesi gerekenleri gözden kaçırması şeklinde mi devam ediyor acaba? Yoksa bunlar Türkiye’de üzerinde durulmaya değer konular değil mi? Türkçe yazan bir şairi, ‘azgelişmiş periferi yazarlığını’ kabullenmişçesine, tek ilgilendirmesi gereken şey, sadece Türkiye için yeni, köktenci, farklı, ilginç vb. olabilmek mi?
Bir zamanlar, eşcinsellik, kabul-gören şiire ve yerleşik toplumsal düzene karşı çıkışta başat rol oynamış olabilir. Ama şimdilerde (bir süre önce eşcinsel eşler arası ilk miras hukuku düzenlemesini yapan ABD dahil) Batı’da, git gide resmi heteroseksüel-monogamik ilişkiye benzeyerek sistemin bir parçası olmaya başladı. Hâlâ çok haksızlığa uğruyor olsa da, artık yok sayılmayan eşcinsellik, oralarda sistemi eleştirmekle yetiniyor, yıkıcı isyanlar çıkarmıyor. Aslında, eşcinsel vb. farklı cinsel tercihlerden hareketle ‘marjinal’ markalı bir getto edebiyatı öne sürmek, en başta eşcinsellere zarar veriyor. Onları, merkezi edebiyata bulaştırmadan kendi gruplarına hapsetmek ya da yazınsal kanondaki bir renklilik olarak lanse etmek isteyen sisteme yarıyor.
Kaldı ki, bugün Amerika’da Allen Ginsberg’in büyük bir marjinal, bir muhalif olduğunu söylerseniz, onun, artık büyük bir tüccar olduğu yanıtını almanız pek muhtemeldir. Çünkü eşcinsellik (edebiyatı) artık satıyor. Medyada, kitap, CD, video piyasasında, toplumsal-kültürel kurumlar düzeyinde, akademik dünyada vb. eşcinselliğin ciddi alıcıları var. Tıpkı, Türkiye’de Küçük İskender örneğinde oluşmaya başladığı gibi.
Belki de, kısa bir sürede Küçük İskender’in medyanın, yayın piyasasının (kendisinin reddettiği) “entellerin” gözdesi olmasının bir nedeni de, dünya metropollerinde çoktan iktidar olmuş muhalif bir söylemin, bir periferi edebiyatında ancak bu kadarla muhalefette kalabileceği gerçeğidir. Bunun sormlusu da elbet Küçük İskender değil, onu aşan küresel bağlamdaki toplumsal-kültürel ilişkiler dizgesi nedeniyle bu böyledir.
Peki, muhalefet yapmak ya da yapmamak mıdır bir şairin değerini tayin eden? (Hayır.) Şiir, zaten muhalif değil mi? (Evet.) Öyleyse, iktidar oyununun bir parçası olarak mı, ısrarla muhalif olduklarını vurgulama ihtiyacı duyuyor kimileri? (Belki.)
Küçük İskender (ve herhalde, şiirin asli söz sahibi olduklarını ispatlamak için “Gösteri”ye çıkan kimi şairler), aslında ‘Muhalefet’ adlı bir iktidarın sahibi, ‘Marjinal’ imajlı bir merkezin sözcüsü, ’80 Sonrası’na ait yeni kanonlaşmanın temsilcileri… Ama sanırım, önemli olan, Küçük İskender’in kendi yerini, açık yüreklilikle, doğru biçimde görebilmesi, şairce içtenliğini, şiirinin varlık nedenlerini yitirmemesi. Yine de, kuşkusuz, bütün bunlar kendi bileceği işler.
Ancak ‘Küçük İskender 1995’e, ne muhalif ne marjinal denemeyeceğini de burada belirtmek gerekir. Bir şair, resmi ve özel TV kanallarından ayrılmıyor, en kurumsallaşmış edebiyat ve magazin dergilerinde sürekli görünüyor, en büyük yayınevleri tarafından yayımlanıyor, şiir barları ve edebiyat kurumlarındaki toplantılara öncülük ediyor, edebiyat, yayın ve medya piyasasındaki hemen hemen herkes tarafından onaylanıyor, en önemli edebiyat dergilerinde şairliğe hevesli gençlere şair olmak için nasıl yazacaklarını bildiriyor ve elindeki “Değnekle” (7) başka şairlere yol göstermeye çalışıyorsa artık marjinal sayılamaz. Tam tersine, bir ‘merkezi iktidar’ sahibi sayılabilir. Hoş, bana sorarsanız, asıl marifet “marjinal muhalefet” olarak kalmakta değil, merkezdeyken de marjinalliği koruyabilmekte, muhalefetken de iktidara gelebilmekte, edebiyat kanonunun dışında durmaya devam ederken kanonlaşabilmekte…

&

Küçük İskender, şiirindeki eşcinsellik izleğini sık sık vurguladığı için, bu konuya değinmeden geçmek herhalde bir eksiklik olacak. Türkiye’de, eşcinsellik diye bilinen ilişki (belki daha doğru bir deyişle yaşama biçimi ya da deneyimi), gerçekte Batı’dakinden oldukça farklı. Michel Foucault’un, okunabilir bir Türkçeyle çevrilen kitaplarından birinde (Dostluğa Dair’de), Eski Elen’deki erkek-erkeğe ilişkiyi bugünkü bakışaçımızla anlayabilmemizin güçlüğüne değiniliyor: Bunun, belli bir yaş dönemindeki aktif-pasif cinsel roller ile toplumsal olarak koruyan-korunan rollerini birleştirdiği, eşit ve özgür ilişkiye dayalı bir hayat tarzı sayılamayacağı anlatılıyordu. Cinselliğin Tarihi’ndeki genel tarihsel analizleri günümüzün cinsel yaşamı üzerine etkileyici makalelere sürdüren Dostluğa Dair’i, İstanbul’da, Türkçeden okuduğum halde, kendimi Londra’yı düşünürken yakaladığımı hatırlıyorum. (8) Michel Foucault, “biz” derken aslında Batı’dan söz ediyordu. Yoksa Türkiye gibi ülkelerde eşcinsellik, hâlâ Eski Elen’deki gibi aktif-pasif ayrımına dayalı, oğlancılık, jigololuk, travestilik vb. rollerle oynanıyor. Eşcinsellik konusundaki önyargıların önemli ölçüde sarsılmasında bilindiği gibi 1960’larda Beat Generation’ın büyük bir payı var. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyalizm ve anarşizmin eteklerindeki yeni ve güçlü toplumsal, siyasal, kültürel protesto hareketleri içinde yer alan şairler, özgür cinselliğe (bu arada eşcinselliğe) öncülük ettiler. Bu, kapitalist sistemin değerlerine karşı alternatif yaşama biçimleri öne süren bir cinsel tercihti. Dolayısıyla Küçük İskender’in örnek aldığı Allen Ginsberg, sevgilisi Peter Orlovsky’le birlikte yaşayıp anadan doğma fotoğraflarıyla süslü şiir albümleri yayımlarken, aslında alternatif hayat tarzı arayışlarıyla örtünüyordu.
Sanırım Küçük İskender’in şiirindeki sorunlardan birisi, eşcinselliğin, cinsel özgürlük yerine cinsel fuhuş olarak algılandığı (hatta bu ilişkiye aktif olarak katılanların dahi böyle algıladığı ve kadınlıkla eş tuttukları ‘eşcinsellik’le kendilerini tanımlamaktan kaçındıkları) ve sevişmenin tecavüze dönüştüğü Türkiye gibi bir işkence odasında yaşanıp şiire aktarılmasıdır. ‘Sevgilinin,’ utançla, hınçla arka kapısından kaçtığı bu odada, olsa olsa Küçük İskender’in yaptığı gibi “Arka Oda Cinayetleri” işlenebilir. Oysaki Allen Ginsberg, bütün o yüksek sesli, yakıp yıkıcı dizelerinin yanı sıra, sevgi lirikleri de yazmış, zaman zaman yumuşak, geleneksel söylemlere yönelmişti. Küçük İskender’in şiirlerinin oluştuğu toplumsal-kültürel çevreninse, eşcinsel sevgi liriklerine elvermediği bellidir. Sevgi liriklerine elvermeyişi bir yana (sol-anarşizm gibi sağ-terörizme de zemin hazırlayan), derin kırgınlık ve öfkelerin yol açtığı bir düşmanlığı büyütmektedir bu ortam. Küçük İskender’in, “Neden şiirlerinizde çok hırçınsınız?” sorusuna verdiği cevap, insanın kalbine bıçak gibi saplanıyor:

İnsanlar güzel laftan anlamıyorlar, ben kabalıktan yanayım. Tam sözlük anlamında olmasa da, insanları artık sevmiyorum, biraz da bu yüzden. Buna kendim de dahilim.(9)

Böylece, Küçük İskender’in eşcinsel duyarlıkları, umulanın tersine, Türkçe şiire egemen, hetero-seksist erkek söylemine alternatif yeni bir dil yaratamıyor. Üstelik, varolan seksist üslubu daha da sert, kaba, hırçın ve saldırgan noktalara vardırıyor. Eşcinsel olduğunu vurgulaması bir yana, erkek dünyasının, belki de en erkeksi şiirini yazıyor. Doğrusu, bu haliyle de, İstanbul’un arkasokaklarındaki maço ‘eşcinselliğin’ o kanlı bıçaklı yeraltı dünyasına tekabül ediyor. Kısmen Batı’da da görülen şiddetle iç içe geçmiş eşcinsel dünya burada sadece şiddet haline dönüşüyor. Öte yandan, maçoluk, büyük ölçüde Toplumcu şiir geleneğinde de varolduğundan, Küçük İskender’in isyankâr, aykırı protestosu derin kökler bulabiliyor.
Denebilir ki, Küçük İskender’e ilgi duyanların çoğunluğu, onun eşcinselliğini merak eden, ama böylesi bir ilişkiyi kendilerine asla yakıştıramayan (en kabadayısı, bunu, eşit ve özgür bir yaşam deneyimi, bir hayat tarzı değil, kendilerinin aktif rol alacağı, dolayısıyla altta kalanın ‘ibne’ sayılacağı birkaç saatlik bir ilişki olarak yaşayabilen) ve daha çok da, şairin ‘şaşırtıcı tuhaflıklarından, cesaretinden, kural tanımazlığından’ etkilenen üniversiteye yeni başlamış gençlerdir. Gençler, diyorum ya, kimi yaşlı edebiyatçıların da onun ‘marjinalliğine’ gıpta ettiği bir vakıa.
Küçük İskender, anılan söyleşisinde, “Türk erkeklerini heteroseksüellikten biseksüel çizgiye çekmeye çalıştığını” söylerken, zaten “Türk erkeği” için önemli olanın herhangi birşeyin içine girip boşalmak olduğunu, bunun ise (hetero-seksist) erkekliğe halel getirmek bir yana, onu yücelttiğini ve bu ilkçağ Elen cinselliğinin ‘hakiki’ erkeği rahatlatıcı para vb. armağanlarla da ödettirildiğini görmezden geliyor. Belki de, şiirlerinde dediği gibi “cebindeki son parayı” maço eşe verip, “otel odasının aynasında kendi yüzüne tükürmeyi,” Batı’daki bugünkü eşcinsel aşkla bir tutuyor. Bir anlamda oralardaki biçimiyle de eşcinselliğin, bir yaşantı deneyimi olmaktan çıkışını ve kendi içinde otoriter kurallara bağlı bir alt-kimliğe dönüşüp sisteme entegre oluşunu şimdilik burada ele almıyorum. Türkiye’deki erkek-‘erkeğe’ ilişkide (ki buna artık eşcinsellik demek zor) çoğu kez ortada bir aşk olmadığından, bundan bir aşk şiiri çıkarabilmek herhalde daha bile zor.
Ancak Küçük İskender, Beat şiirini İngilizcesinden izlemediği, onu yaratan toplumsal-kültürel hayata tanıklık etmediği gibi, oğlancılık, jigololuk vb. şeyleri de, Allen Ginsberg’in zamanında alternatif bir ahlak-yaşam-sanat tarzı öne sürmesine imkân sağlayan, özgür ve eşit eşcinsellikle birbirine karıştırmaktadır. İyi de, kadınsız ‘Müslüman Doğu’nun (şair tarafından maddi ve manevi bedeli ödenerek itiraf edilmiş de olsa) geleneksel erkek-erkeğe erkeksi cinselliğiyle yerleşik değerler ne kadar yıkılabilir? Ya da nereye kadar bir şiirsel alternatif yaratılabilir?
Burada, şiir adına sorulması beklenen asıl soru sanırım şu: “Kural tanımayan bir şair olabilir, ama kural tanımayan şiirler yazabilmekte midir İskender?” Bunu ilk soran Orhan Kahyaoğlu. Yanıtını da o versin: .

Bu konuda tatminkâr olmadığımı vurgula(malıyım.) Kuralsız bir teknik ve üslup geliştirdiği söylenebilir. Ancak bu kuralsızlık, bilinçli bir müdahale ve radikallik duygusundan çok, şiir ya da metin yerine dilsel sayıklamaları ön plana çıkarmaktadır. İskender’in en büyük sorunu, ayıklama ve şiiri oluşturma duygusundan uzak kalmasıdır.(10)

&.

Şiir muhitinde rastlanan bazı ‘entel’ snopluklara, içi boş şairane laflara, bilgiç-ulema tavrı ya da Osmanlı’nın şiddet yöntemiyle herkese ders vermelere (bir şair olarak söylemeye dilim varmıyor ama ne yazık ki, edebiyatımızda cahillik denebilecek ölçüde bilgisizliğin at koşturduğu yegâne alan olan şiirdeki) gürültücü güruha önceleri ters düşen küçük İskender’in ‘aydın’ olmaya duyduğu tepkiyi anlıyorum. Yine de paylaşamıyorum. Doğrusu, bu tutumunun giderek bir aydın düşmanlığına dönüşmesinden (bu anlamda da sağ-terörün öfkesiyle çakışmasından) çok, kendi şiiri için yeni birikimler sağlamasına engel olacağından (böylece, ters tepen anti-entel silahıyla kendi kendisini vuracağından) kuşku duyuyorum. Umarım, yanılırım.
Yeraltına inebilmek için, yeryüzünden haberdar olmayı reddetmek gerektiğini sanmıyorum. ‘Beat Generation’ın en önemli şairlerine bakalım, hepsi ‘aydın’ değil miydi? Sözgelimi Lawrence Ferlinghetti, Sorbonne Üniversitesi’nden “Metropolitan Gelenek Hakkında Bir Araştırma: Modern Şiirin Sembolü Olarak Şehir” başlıklı bir tezle doktora derecesi almamış mıydı? Ya Allen Ginsberg? Columbia Üniversitesi’ndeki çalkantılı eğitimi bir yana, Yahudi mistisizmini iyi bilen, “Kaddish” şiirinde doruğa ulaştırdığı Amerikan-Yahudi-Hint kültürleri birikimiyle yazan bir ‘Beat-bilgesi’ değil miydi? Ve her ne kadar, ulusçuluk, cinsiyetçilik, tekçilik gibi noktalarda Walt Whitman’dan ayrılıyorsa da, son kertede, onun derin bir iz bıraktığı Amerikan şiirinin temel çizgisini sürdürmüyor muydu?
Türkiye’nin marjinalci okur-yazarları arasında, nedendir bilinmez, cahillik merakı neredeyse bir salgına dönmüş durumda. Mehmet Ulusel’in dediği gibi:

Yıllardır Türkiye’de bir Bukowski furyasıdır gidiyor... Acaba alkolik insanların özel hayatlarına önüne geçilemez bir ilgi mi uyandı? Alkolizm, serserilik, serkeşlik, boşvermişlik, kadınlar konusunda pek sofistike sayılmayacak düşünceler, yazarlık, paraya önem vermeme, önemsiz olmayı hazmetme gibi şeyler biz farkına varmadan ‘yükselen yeni değerler’imiz oldu da benim mi haberim olmadı yoksa? (11)


Bu sorulara mantıklı bir cevap bulamayan Mehmet Ulusel, “insanların ne olduğunu bilmeden parçası olmaya çalıştıkları, kendi hayatlarında yer almasına asla izin vermeyecekleri türden yaşantıları ve buna denk değerleri içeren roman ve şiirlere bu kadar ilgi göstermelerini anlamakta güçlük çektiğini” söyler.


Muhalefetteki İktidar ya da Merkezdeki Marjinaller

Ele alacağım ikinci kitap, 1992’de Britanya’da The Rockingham Press tarafından yayımlanan, ancak üzerinde pek durulmayan Modern Turkish Poetry (12). Bu modern, aslında çağdaş/contemporary dönemi kapsayan antolojinin editörü Feyyaz Kayacan Fergar. Şiir çevirilerinin çoğunluğu da ona ait. Ayrıca Richard McKane, Ruth Christie, Talat S. Halman ve Mevlut Ceylan’ın çevirileri antolojide yer alıyor.

&

Kahverengi kapağında siyah-beyaz, bıyıklı, sert bakışlı erkek fotoğraflarının (Nâzım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Rifat, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday) yer aldığı kitabı gördüğümde, ilk düşündüğüm, İngiltere kitabevlerinin vitrininde ne kadar tuhaf duracağıydı. Bu kapak, Türkler hakkındaki önyargıları kolayca canlandıracak, seçkinin, kadınları dışlamış ‘Müslüman Doğu’nun seksist anlayışıyla hazırlandığını sanacaklardı! Neyse ki kimse böyle sanmadı. Çünkü kapağına “Şiir Kitapları Cemiyeti Tarafından Tavsiye Edilmiş Bir Çeviri” diye yazılmasına rağmen, hemen hemen hiçbir yerde raflara konmadı. Bildiğim kadarıyla, Londra edebiyat dergilerinde de pek bir yazı çıkmadı.
Türkçe şiirin öndegelenleri, İngilizce edebiyatın merkezinde, neredeyse marjinal durumuna düşmüştü. Dünyanın, daha doğrusu Batı dünyasının, güç (‘power,’ diğer adıyla iktidar) sahibi edebiyat kanonunda dolaşıma giremeden, bir kenarda kalan, sistem-dışı çevre şairleri gibi...
İşte bu durum, Itamar Even-Zohar’ın, yazınsal iktidar ilişkilerini ‘polysystem’ (çoğuldizge ya da merkez-çevre) (13) diye tarif ettiği, edebiyat sistemindeki hiyerarşinin işleyişine bir örnek oluşturuyor. Tıpkı, Makedonya, Bosna-Hersek, Kosova gibi yerlerde Türkçe yazan şairler (ki gelecek yazıda onları irdelemeyi umuyorum), Türkçe şiirin (Türk ya da Türkiye değil) merkezi İstanbul metropolünde yok sayılıp dolaşıma giremiyişleri gibi, Avrupa ‘polysystem’inin daha ‘üst’ basamaklarındaki bir edebiyat-sisteminin metropolü Londra’ya göre, periferideki daha ‘aşağı’ bir alt-sistem durumuna düşen İstanbul’daki aynı iktidar sahibi şairler de, orada, öyle yok sayılıp dolaşıma girememişlerdi.
Mikhail Bakhtin’in, karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarında kullanılan ‘resmi/gayrı-resmi, alt/üst, yüksek/düşük, kurumlaşmış/kurumlaşmamış, vb.’ edebiyat kavramlarına da göndermelerle, Itamar Even-Zohar, homojenlik ve merkeziyetçilik arayışındaki ulusal edebiyatların bittiği günümüze ışık tutan ‘Literary Polysystem’ (Yazınsal Çoğuldizge ya da Merkez-Çevre) kuramını geliştirdi. Buna göre, farklı düzeylerdeki edebiyat sistemleri, dinamik bir heterojen yapılanmayla iç içe geçmekte ve bir düzlemde marjinal sayılabilecek bir yapıt, bir başka düzlemde merkezi olarak görünebilmektedir. Edebiyatın ulusal kimliklerle değil, ulus-ötesi dil ve kültür değerleriyle tanımlanmaya başladığı günümüzde, bu, Türkçe şiir için de anlamlı bir kuram.
Gösteri’nin geçmiş sayılarından birinde Haydar Ergülen, “Türkiye’de marjinal şair mi var? Dolaşıma girememiş şairler de kim? Merkezi iktidar da ne demek?” yönünde sorular sormuştu. Bunu, daha başka ’80 Sonrası şairlerinin, Türkçe şiiri, bir tek Türkiye şiiri ya da Cumhuriyet Dönemi Türk ulusal şiiriyle (kaldı ki, kastedilen de Beyoğlu dolaylarındaki bir gruptur) sınırlı sayan küflü-küpürü-küfür-küpü yazıları izledi. Edebiyat kanonunun, “Polysystem”de oluşan merkez-çevre dinamiği içindeki iktidar ilişkilerini gerçekten anlayabilmek gibi samimi bir niyet taşıyanların Itamar Even-Zohar’ın yanısıra, karşılaştırmalı edebiyatta başvurabileceği birçok kaynak var.

&

Şimdiye kadar, İngilizcede hazırlanmış Osmanlı-Türk(çe) şiiriyle ilgili tek antoloji, Nermin Menemencioğlu’na ait Penguin Book of Turkish Verse adlı kitaptı. (14) (Nermin Hanım, Nâmık Kemal’in torunuydu ve 1993’de vefat edene kadar, Londra’da, büyük dedesi gibi ‘vatana hizmet’ tutkusuyla Türkçe şiiri tanıtmak için çalışan ender bir insandı.) Ne var ki, Penguin Books Yayınları Amerikalılar tarafından satın alınınca, bu kitabın yeni basımları yapılmaz olmuştu. İngilizcede, Türkçe şiirle ilgili bir tek seçkinin bulunmadığı bir ortamda, Modern Turkish Poetry adlı bir kitabın yayımlanması sevindiriciydi.
Ama (ama diye söze devam etmeme engel olamıyor bu sevindirici durum), kitapta iyi bir editörlük yapıldığını söylemek zor. Birincisi, farklı çeviriler arasında kalite, üslup ve tavır bütünlüğü sağlanamamış. İkincisi, ansiklopedik sunuş yazısı yetersiz. Üçüncüsü, modern ya da çağdaş şiirimizi Âşık Veysel’le başlatmanın bir mantığı yok. Dördüncüsü, önemli şairlerden çoğuna yer verilmezken, şairliği tartışmalı kimseleri ‘antolojiye’ almakla ayıp edilmiş.
Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip Dıranas, Metin Altıok, Enis Batur, Erdal Alova, Murathan Mungan, Ahmet Erhan, Küçük İskender ve daha birçoklarına yer vermeden bir “Modern Türk Şiiri” antolojisi hazırlanabilir mi? Hele İngilizcede tek başvuru kaynağı olmak iddiasındaki bir antoloji?..
Buna karşılık, Feyyaz Kayacan Fergar, Müştak Erenus, Özkan Mert, Turan Koç, Arif Ay, Hüseyin Avni Dede, Nevzat Çelik, Mevlut Ceylan, Kemal Kale, Necati Polat gibi, yukarıda adları anılan antolojiye alınmamış 10 şaire kıyasla herhalde çevrilme sırası daha sonra gelmesi beklenen bir başka 10 imzayı koymak yadırgatıcı değil mi? Türkçe şiirin, İngilizce gibi bir dünya dilindeki başlıca başvuru kitabı bu kadar gayri-ciddi bir şekilde hazırlanabilir mi? Herkes keyfince kitap yayımlayabilir, diyeceksiniz. Çok doğru. Ancak, bu kadar keyfi yayımlanmış bir antolojinin, bir eleştiri almaksızın kabul-görmesi de doğru mu? Nerede o her fırsatta muarızlarında ‘bağışlanamaz ve hoşgörülemez’ yanlışlar bulup hemen kaleme sarılan eleştirmenlerimiz, eleştirmen-şairlerimiz? Yoksa onların asıl ilgi alanları, Bâb-ı Beyoğlu civarındaki vukuatlarda otoriteyi yeniden tesis ederek (muhalefet adlı) kendi iktidarlarını korumak mı?
(Halbuki, her tarafta böyle ciddi ciddi yazılar yazdıklarını görünce, ben de cidden Türkçe şiirin meselelerini düşündüklerini sanmıştım, yanılmışım.)

&

Yanılgım bununla kalmadı, Hüseyin Avni Dede’yi bugünkü şiirimizde marjinalliğe örnek sanmakla da yanılmışım. Şiirle yakından ilgili İstanbulluların çoğu tanır onu. Kâh Beyoğlu’nda, kâh Sahaflar Çarşısı’nın orada, yere tezgâh açarak, kendi imkânlarıyla yayımladığı şiir kitaplarını satar. Derler ki, en çok satan şair oymuş. Daha başka, eski paralar, rockçu gençlere aksesuarlar filan satar. Saçları sakalları ta dizkapaklarına varan bu sevimli insan, geceleri de Beyoğlu’nun barlarına takılır.
Ben de, görünüşe aldanarak sanıyordum ki, Küçük İskender değil, olsa olsa edebiyat-dışı sayılan Hüseyin Avni Dede marjinal diye tanımlanabilir. Ama Fergar’ın antolojisine bakılırsa, çağdaş Türkçe şiiri, dünyada temsiliyet açısından Ahmet Haşim’den, Yahya Kemal’den daha yerleşik bir konumda. Bu yurtdışı “Top 10” listesi, yurtiçinde hazırlanan “Top 10” listelerine pek uymuyor, ama artık olacak o kadarı. Malum ‘80 Sonrası’nın çeşit-çeşitliliği var.
Peki, Londra’da şiir kütüphanesinin bulunduğu en büyük kültür merkezlerinden South Bank’taki Waterstone’s’da, hangi Türk şairinin kitapları var dersiniz? (Nâzım Hikmet’in mi? Ne gezer.) İngilizce yazan Kıbrıslıtürk kökenli şair Taner Baybars’ı saymazsak, yine bir tek Hüseyin Avni Dede’nin. Geçenlerde, Türkiye Şiirleri adlı kitabı YKY tarafından basılan “Britannialı” Richard McKane’nin yaptığı kitap çevirisiyle, İstanbul’un muhalefetteki marjinal şairi Hüseyin Avni Dede, Londra’da, neredeyse merkezi iktidara yükselmiş. Tıpkı, İngilizlerin şair olarak tanımadığı Richard McKane’in, Türkiye’deki büyük bir yayınevi tarafından basılması gibi. “Britannia”da, Hüseyin Avni Dede’ye karşılık gelen Richard McKane’in, ‘yüksek saray şiiri beğenisi’ne sahip olan, ancak ne Türk ne Osmanlı, ne şair ne sosyolog olabilen bir ‘80 Sonrasıcı çevirmen-şairimizin çabasıyla (herhalde İngiltere-Amerika bağlantılarına bilmukabele diye) gerçekleştirilmesi, bu türden ‘şiir-iktidarları’nın, aslında ne kadar şiir-dışı ilişkilere dayandığını da gösteriyor sanırım.
Fırsatı ele geçiren muhalif, ‘iktidar’ koltuğuna oturuyor. Edebiyat sisteminin merkezine böylece yerleşirken de, “Ben muhalifim,” “Şiirde iktidar yoktur,” “Hani, nerede, hangi eleştirmen, antoloji düzenleyicisi bazılarını ısrarla piyasaya sürerken, bazılarını da yok sayıyormuş,” yönünde konuşup yazmaya devam ediyor.
(Devam etmeyecek.)
Adam Sanat, Şubat 1995, İstanbul

(1) Küçük İskender, Periler Ölürken Özür Diler, YKY, İstanbul, 1994.
(2) Ginsberg, Allen (ve Ferlinghetti, Lawrence), Amerika, çev. Orhan Duru ve Ferid Edgü, Altıkırkbeş Yayınları, İstanbul, 1998. Tekrar basımı uzun yıllar sonra gerçekleşebilen bu kitabın ilk baskısı, 1976’da Ada Yayınları tarafından yapıldı.
(3) Howl and Other Poems, City Light the Pocket Poets Series, San Francisco, 1986. Allen Ginsberg’in toplu şiirleri, yaşamöyküsü, kişisel fotoğrafları, şiirlerinin müzik ve diğer sanatlarda kullanılması, yarattığı toplumsal ve kültürel etkileşimleri vb. konularda ayrıca bkz. Ginsberg, Allen, Collected Poems: 1947-1980, Penguin Books, New York-Londra, 1987.
(4) Charters, Ann (yayına haz.), The Portable Beat Reader, Penguin Books, New York-Londra, 1992.
(5) Küçük İskender, “Türkçe Yazsam da Türk Şiiri’nin Dışındayım“, Metin Celâl (söyleşiyi yapan), Sombahar dergisi, sayfa: 62, sayı: 17, Mayıs-Haziran 1993.
(6) Koyuncu, Cenk, “Hayatı Affet küçük İskender”, Gösteri dergisi, sayı: 169, Aralık 1994.
(7) Bkz. Küçük İskender’in 1990’ların başında Gösteri dergisinde “Şiirli Değnek” adlı sürekli köşeyazıları; ayrıca, aynı espriyle Varlık dergisinde süren yazıları.
(8) Foucault, Michel, Cinselliğin Tarihi, cilt: 2, çev. Hülya Tufan, sayfa: 201-263, Afa Yayınları, İstanbul, 1988. Ayrıca bkz. Foucault, Michel, Dostluğa Dair, çev. Cemal Ener, Telos Yayınları, İstanbul, 1992.
(9) Küçük İskender, “Yetkinliğim Yetmiyor Bana”, Ayşim Türkmen ve Öykü Bildirici (söyleşiyi yapanlar), Cumhuriyet Kitap Eki, sayı: 190, 14 Ekim 1993.
(10) Kahyaoğlu, Orhan, “Şiirde Karmaşa-Şiirde Pırıltı”, Sombahar dergisi, Sayı: 17, Mayıs-Haziran 1993.
(11) Ulusel, Mehmet, “Aramızda Kimse Bukowski’yle Arkadaş Olmak İstemezdi...”, Kitap-lık dergisi, sayı: 10, Ağustos-Eylül 1994.
(12) Fergar, Feyyaz Kayacan, Modern Turkish Poetry, The Rockingham Press, Herts, 1992.
(13) Even-Zohar, Itamar, “Polysystem Theory”, Poetics Today dergisi, The Porter Institute for Poetics and Semiotics, sayfa: 288-310, Tel-Aviv University Press, Autumn/Sonbahar 1979.
(14) Menemencioğlu, Nermin ve İz, Fahir (çev. ve yayına haz.), Penguin Book of Turkish Verse, Penguin Books, New York-Londra, 1978.
ANASAYFA YAŞAMÖYKÜSÜ FOTOĞRAFLAR KİTAPLAR İLETİŞİM